Lise tarih kitaplarında bize öğretilenin tersine Vahdeddin hain değildir!!
Vahdeddin'in tek suçu çökmüş bir imparatorluğa padişah olmasıdır
1918 yılında tahta oturmuştur Vahdeddin İstanbul'un işgal altında olduğu yıl
siyasi görüşünüz ne olursa olsun
bir laf vardır "Yiğidi öldür hakkını yeme" diye
Vahdeddin "milli şahlanış hareketini" başlatan kişidir
bu gerçeği bu kitaptan
veya Selman Kayabaşı'nın kitaplarından öğrenebilirsiniz
YİNE MUSTAFA KEMAL PAŞA VE...
Hemen her eski adamın bildiği, duymuş bulunduğu bir rivayet hâlinde, Mustafa Kemal Paşa'nın Harbiye Nazırlığına arzu göstermesi, kendisinden Öz ağziyle hâtıralarını dinleyen Enver Behnan Şapolyo'nun «İnkılâp ve Millî Mücadele Tarihi'nde (sahife 273 - satır 16) şöylece kayıtlıdır: «— Mustafa Kemal, Harbiye Nâzırı olmayı istiyordu. Bu mes'ele üzerinde görüştüler. Aynı günde Mustafa Kemal Paşa Meclis-i Meb'usana gitti. Fakat o gün îzzet Paşa kabinesi düştü. Yerine Tevfik Paşa kabinesi kuruldu. Mustafa Kemal kabineye giremedi Bu hâdise üzerine artık Mustafa Kemal için bir kabine mes'elesi ve bu kabinede müessir olmak düşüncesi kalmamıştır.» Mustafa Kemal Paşa'nın Vahidüddin devri hükümetlerinde böyle bir makama istekli olması ve bütün emelini onda bulması, ilmî sebep ve netice göziyle o kadar bellidir ki, şu kıyas her şeyi göstermeye yeter: Vahidüddin'den, ordunun başına geçmesini, kendisini de «Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği» makamına geçirmesini isteyen ve bunu öz ağziyle bildiren zât, elbette ki, onun kuracağı hükümetlerden birinde, ya Harbiye Nazırlığını, yahut da, Sadrâzamlığı isteyecektir.
sayfa no: 131
Ve Kâzım Karabekir'in kalemiyle bu vaziyeti ilk görenin Vahidüddin olduğu hakikati:
«— 6 Kânunuevvel 1918 selâmlık merasiminde usulen huzura kabul olurdum. Padişah dahi, sulhun temini görüşülmeden evvel ordusunun zayıflatılmaması ve bilhassa genç kumandanların iş başından ayrılmaması, aksi hâlde bir Endülüs vaziyetinin
pek uzak olmadığını anlatarak benim Şarka ve İstanbul'da toplanan genç kumandanların da Anadoluya, oranları başına iadeleri hâlinde Türklüğün öldürülemeyeceğini söyledi. Bu mülakat benîm ve diğer genç kumandanların iş başına geçmemizi temin eden âmilerden biri olmuştur.»
Bu satırları küçücük bir insaf ile okuyan, bütün zaafların Vahidüddin tarafından görülmüş ve çarelerinin düşünülmüş olduğunu hemen kavrar.
Tam ve emin bir kaynak olması gereken Kâzım Karabekir Paşa, şu garazsız satırlarla da, Mustafa Kemal Paşanın hem Harbiye Nazırlığına talip oluşunu, hem millî hareket diye bir şey düşünmediğini göstermiş oluyor:
«- 11 Nisan 1919'da Mirliva Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini ziyaret ettim. Ziyaret sebeplerinden birisi de müşarünileyhin İstanbul'da kalıp Kabineye dahil olmak hususundaki arzularından vazgeçirmek gayesine matuftu. Ben Paşa Hazretlerini ziyarete bir yaverimle gittim.
Kendileri hasta yatıyordu. Üçüncü ziyaretçi olarak gelmiş bulunan bir zâta, Paşa tarafından Ruşen Eşref Bey diye takdim olundum»
sayfa no: 158
Buraya bir nokta koyup Mareşal Fevzi Çakmak'a döneyim:
Mareşal, benim Fransa'da tahsil arkadaşım merhum Burhan Toprak'ın kayın babasıdır. O yoldan tanıdığım ve en derin mahremiyetine kadar sokulduğum, kabul edildiğim insan...
Onunla Vahidüddin mes'elesi etrafında konuştuklarımı ileride anlatmak üzere, bizzat kendisinden dinlediğim hayatî bir noktayı açıklayayım:
«— Vahidüddin benden, genç kumandanların listesini istedi. Vatanına aşkla bağlı, vatan acısıyle yanan, vatan kurtarmak yolundaki bir hamleyi omuzlayabilecek kabiliyette^ azimli, fedakâr ve atılgan kumandanlar kaydıyla istedi bu listeyi... Yazıp verdim... Her kumandanın karakterini de isminin yanına not ettim. listenin başında Mustafa Kemal vardı.»
Mareşal Fevzi Çakmak, Padişaha verdiği listede, Mustafa Kemal Paşayı fevkalâde becerikli, kabiliyetli, hamleci, teşebbüs ruhuna malik, fakat son derece ihtiraslı ve yüksek emelli bir insan olarak göstermiştir
Bu noktayı, daha evvel bahsettiğimiz, Sabahaddin Selek adlı Halk Partilinin, «Anadolu İhtilâli» eserinde de tespit edebiliriz. Bu eserin 42nci sahifesinde Vahîdüddin'in gözlüğünden Mustafa Kemal Paşa hakkında şu teşhis göze çarpar:
«— Mustafa Kemal'i veliahtlığında, Almanya seyahatinde tanımıştı. Bu genç Paşa, daha o zaman çok tehlikeli lâflar etmiş, onu ürkütmüştü. Nihayet bir ordu kumandanı olduğu hâlde, harbin son günlerinde Adana'dan kendisine baş vurup, falanı Sadrâzam, beni de Harbîye Nâzırı yap, diyen Mustafa Kemal Paşada büyük bir ihtiras seziyordu.»
sayfa no: 162
İşte Anadolu'ya üstün vasıflarda bir kumandan göndermek ve ona, millî bir mukavemet mikrakı kurdurmak gayesiyle Vahidüddin, Mustafa Kemal Paşayı saraya çağırıyor.
Hikâyeyi, evvelâ Enver Behnan Şapolyo'nun kitabından Mustafa Kemal Paşa diliyle tespit edelim:
«Yaverim Cevat Abbas yine eve geldi. Telâşlıydı.
— Zât-ı Şahane sizi akşam yemeğine davet ediyor! Dedi.
Mayısın 4 üncü akşamı yedibuçukta Yıldız Sarayına gittim. Beni çok küçük bir odaya aldılar. Biraz sonra Mehmed Vahidüddin geldi. Ayağa kalktım. Beni yanına oturttu. O kadar yakın ki, âdeta diz dize idik. Padişahın sağında hemen dirseğini uzatarak dayadığı küçük bir masanın üstünde bir kitap vardı. Odada sessizlik hüküm sürüyordu. Anlaşılıyor ki, sarayda hiç neş'e yok... Padişah akıbetini düşünüyor. Odanın Boğaziçine acılan büyük bir penceresinden görülen manzara şuydu: İtilâf devletlerinin donanmaları sırayla dizilmişler, topları saraya müteveccih ... Tehdit edici korkunç bir manzara... Bu odada oturmakla bu manzarayı görmemek kabil değil... Mehmed Vahidüddin dedi ki:
— Paşa, Paşa, sen şimdiye kadar devletimize çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba gitti!
Bu bir tarih kitabıydı.
— Bunları unutunuz! Bundan sonra yapacağınız hizmet, şimdiye kadar yaptığınızdan çok mühim olacaktır. Dikkat ve sadakatle çalışırsanız, devleti, düştüğü bu felâketten kurtarabilirsiniz. Bir çok kumandanları Anadolu'nun kolordularına dağıttım. Sizin vazifeniz, bunları teftiş etmek olacaktır.
— Bu hususta elimden geleni yapacağım, bana emniyet buyurunuz efendim.
Padişahın en büyük endîşesi: Kuvvetlerimiz dağılmıştır. Umumî Harpten yorgun çıkarak takatimiz kalmamıştır. Bütün ümit; galip devletlerin arzuları hilâfına bir harekette bulunmamaktadır. Onların şikâyet ettiği hâdiseleri de önlemek lâzımdır.
Vahidüddin ayağa kalktı, elimi sıkı sıkı sıktı:
— Muvaffak olunuz!
Sarayı terkettim. O zaman bir kadife kutu içinde bir takım da hediyeler verdi. Yaverim Cevat Abbas'la gecenin karanlığında derin düşünceler içinde Yıldız tepelerini aşarak Şişliye geldik.»
sayfa no: 164
ESKİ YAVERİN ANLATTIKLARI
Sultan Vahidüddin'in bugün hayatta bulunan yaverlerinden, eski Sadrâzam Tevfik Paşanın oğlu Ali Nuri (Oktay) Beyefendi Ayaspaşa'daki meşhur Park Oteli'nin sahibidir. Vaktiyle Hariciye Konağı olan, derken Tevfik Paşa mülkiyetine geçen, Paşanın Londra Sefirliğinde yanıp kül olan eski binadan bir yangın arsası kalmış, sonra Tevfik Paşa zamanında oraya 7 odalık bir kârgir inşa çıkılmış, daha sonra da 210 odasiyle bugünkü Park Oteli yerleştirilmiştir.
Seksen küsur yaşındaki Ali Nuri Beyefendiyi, Sultan Vahidüddin hakkında en nadide bilgilerin sahibi olması gereken eski ve müstesna bir insan olarak telefonla aradım.
Bu türlü insanların dünyamızdan ayrılmasiyle son kaynakların da kuruyacağı kaygısı içinde, âdeta son vapuru kaçırmak istemeyen bir yolcu telâşı içindeydim. Telefonda, şivesi ecnebiye çalan ihtiyar bir ses, kim olduğumu ve ne istediğimi anladıktan sonra, şu cevabı verdi:
— Birkaç gündür gripli halde ve istirahat etmekteyim. Eğer gripe yakalanmaktan korkmazsanız, oteldeki daireme buyurunuz, görüşelim!
Hemen gittim. Beni Park Otelinin iki kat aşağısındaki bir daireye indirdiler. Sağlı ve sollu, önlü ve arkalı üç oda veya hücrenin çerçevelediği küçük, fakat gayet hususî çizgileri ve renkleri olan bir dairecik... Eski ve (stil) eşya ve duvarlarda eski zaman resimleri... Ali Nuri Beyefendinin pederleri Tevfik Paşayla, kayın babaları Sadullah Paşa, ayrı çerçeveler içinde yanyana... Daha neler ve neler!...
Ön kısmında, şahniş tarzında çıkıntılı bir hücreciğin duvarlarında, sivil ve asker, mazi tipleri ve bu arada Ali Nuri Beyefendiye bir ithaf yazısiyle ( hediye edilmiş (Von Der Goltz) Paşanın fotoğrafı.
Ali Nuri Beyefendi, bu çıkıntılı hücreciğin pencere köşesinde duvara yaslı ve Amerikan üsluplu masasına geçip bana karşısında yer gösterdi.
Kahverengi, uzun (rob dö şambr)i içinde, uzun boylu, beyaz saçlı ve bıyıklı, fevkalâde güzel, hele gençliğinde misilsiz derecede yakışıklı bir insan hissini veren bu asil tavırlı adam, bir anda ruhumu doldurdu. Onda, biraz fazla alafrangalığı bir tarafa, aradığım bütün köklü mânaları buldum
Birkaç hoş-beş lâfından sonra hemen mevzua girdim:
— Tevfik Paşa gibi, Osmanlı tarihinin en nazik zamanlarından birinde Hükümet Reisliği etmiş bir zâtın oğlusunuz! Merhum ve muhterem pederiniz, tıpkı Vahidüddin'in son padişah olması gibi, Osmanlı Sadrâzamlarının sonuncusu... Siz de Mütareke ve işgal devrinde Sultan yaverisiniz! Bu bakımdan, gurbet illerdeki mezarı üzerinde koskoca bir yalan dağı oturtulan Vahidüddin'i yakından tanımış olmak gibi bir imtiyaza sahipsiniz. Allahtan, daha çok uzun olmasını dilediğim ömrünüzün bundan böyleki süresini, hepimizinki gibi yalnız Allah bilir. Ebedî hayata ve Hesap Gününe inanmış bir insan olarak, aynı hisle dolu olduğunuz ümidi, hattâ emniyeti içinde, Vahidüddin mevzuuna ait bildiklerinizi öğrenmeye, böylece Allahın rızasını kazanmanızı ve hiç bir hakikatin gizli kalmasına razı olmamanızı istemeye geldim. Vereceğiniz bilgileri, kabul buyurursanız kaynak göstermek, istemezseniz menbaı gizli tutmak şartiyle Türk millî vicdanına takdim edeceğimî Lütuf buyurunuz!
Esmer yüzünde ince bir zevk ve tehassüs meltemi, tek tek cevap verdi:
— İstediğiniz gibi hareket edebilir, kaynak olarak ismimi ortaya atabilirsiniz! Artık hem memleketimiz, hem de şahsen ben, o şartlar içindeyiz ki, ortada çekinilecek hiçbir şey görmüyorum!
İlk intibaım, fevkalâde bir takdir duygusu oldu. Eski yaver devam etti:
— Sultan Vahidüddin devrinde kurmay binbaşıydım. Asıl sınıfım süvari... Hem Erkân-ı Harbiye Mektebinde hocalık ediyor, hem de «Yaverân-ı Hazret-i Şehriyârî»
kadrosunda bulunuyordum. Hayatım, sarayla Erkân-ı Harbiye Mektebi arasında geçiyordu. Balkan Muharebesine iştirak etmiş, Birinci Dünya Savaşına katılmıştım.
Muhatabım derin bir iç geçirdi. Bir ân sükût ve devam:
— Sultan Vahidüddin'i şehzadelik, veliahtlık zamanından beri yakından tanırım. Kardeşim Hakkı Beyin kayın babası (Ali Nuri Beyin biraderi Hakkı Bey Vahidüddin'in kızı Ulviye Sultanın zevciydi) olarak da bilhassa veliahtlığında kendisiyle yakından temasım olmuştu. O zamanlara ait şöyle bir hatıram var: Vahidüddin'in veliahtlığında bir gün, Kuru-çeşmede huzurunda bulunurken bir hey'et geldi. Bu hey'etin azasını şu anda hatırlayamayacağım. Padişahçı bir fırka kurmak isteyen bir hey'et... Veliaht hey'eti kabul etti. Gelenler gayelerini izah ettiler. Padişahçı bir fırka kurmak istediklerini, bu yolda teşkilâtlanmaya gittiklerini ve kendisinden yardım ve destek beklediklerini söylediler. Vahidüddin hayretler içinde kaldı ve şu cevabı verdi; «Padişahçı bir fırka kurmak da ne demek?... Böyle bir fırka, sanki aksine ihtimal açarcasına zaaf ve şüphe telkin etmiş olmaz mı? Padişah bütün bir milletin babasıdır; nasıl bir partiye maledilebilir? Bayrak, bir partinin olabilir mi?» Anlıyorsunuz ki, Sultan- Vahidüddin, sahtelik ve uygunsuzluğu hemen gören, anlayan ve ona karşı duran bir seciye sahibiydi.
Sordum:
— Zekâ ve şahsiyeti üzerinde hükmünüz?
— Dehâ çapında bir zekaya malik değildi. Fakat ortanın üzerinde bir anlayış, hususiyle çok hızlı bir intikal sahibiydi. Hâdiseleri tam da oluş anlarında kestirmek, mânalandırmak, değerlendirmek ve yerli yerine oturtmakta hünerliydi.
— Umumî Harp sona erip de imparatorluğun çöküşü demek olan Mütareke ve işgal günlerinde tavrı nasıl oldu?
Eski yaver Ali Nuri Beyefendi ayağa kalktı, ilerileyerek yandaki odadan maroken kaplı küçük bir hâtıra defteri alıp getirdi, koltuğuna yerleşti ve defteri uzun uzadıya inceledikten sonra cevap verdi:
— Tarihleri şaşırmamak için hususî defterimi kurcalamalıyım. İzmir'in işgalinden bir gün sonra. (İzmir 15 Mayıs 1919'da işgal edildi) 16 Mayıs Cuma günü... Vahidüddin düşmandan mütareke istemiş bir hükümetin başında... Mütareke hükümlerine göre ordusunun hemen dağıtılması icab ediyor. fakat böyle işlere girişebilmek için tarafların karşılıklı olarak mütareke hükümlerine riayet edileceğinden emin olmaları lâzım... Bu nokta ise hiçbir tarafın emin olamayacağı bir şey... Padişah mütereddit ve ıstırapların en yakıcısı içinde... O günkü Cuma namazında ve selâmlık resminde Sultan Vahidüddin'i görenler, ıstırabın bir insanı ne hale getirebileceğine ait en canhıraş tabloyla karşılaşmış olurlardı.
Bu noktada Ali Nuri Beyefendi kelâm silsilesini değiştirir gibi başka bir istikamete saptı.
— Pederim Tevfik Paşa, İngiliz Kral ailesi tarafından İngiltere'nin Hanedan Nişanına lâyık görülmüş bir insandır. Böyle bir nişanı alabilmiş, pederimden başka ikinci bir Osmanlı devlet reculü yoktur. Sultan Vahidüddin de Padişahlığında, İngilizlerin bu alâkasına karşılık babama Osmanlı Hanedan Nişanını vermiştir. Size bu nişanı göstereyim, buyurun!
Eski yaver beni alarak yan odaya geçirdi, orada bir dolap açtı ve içinden yürek şeklinde büyük bir kutu çıkardı. Kapağını açtığı kutuda göz kamaştırıcı bir mâden... Üzerinde İngiltere Krallığı ve Hindistan İmparatorluğu hükümdar ailesine mahsus gömme ve kakma bir yazı bulunan, iki parmak kalınlığında bir kordonun halkaladığı muhteşem bir nişan...
Yerlerimize geçip oturduk. Ali Nuri Beyefendi, bu defa mevzuumuzun tam istikametini bulmuş olarak devam etti: "
— Vahidüddin, Mütareke devrinin ıstırapları içinde kıvranırken ara-sıra babamı çağırır ve şöyle derdi: «İngilizler sizi sever; size, Hanedan Nişanını yakıştıracak kadar değer vermiş bulunuyorlar... Onlara baş vurup Türk ülkesi üzerinde müsamahalı davranmalarını temine çalışsanız.» Babam da daima şu cevabı verirdi: «ingiliz siyasetini idare eden (Loyd Corc) isimli, îslâm ve Türk düşmanı bir tiptir. Böyle bir rica ve müracaattan beklenebilecek hiç bir müspet netice düşünülemez. İngiliz Kral ailesinin hükümet politikasına el atmaya kudret
ve salâhiyeti yoktur! Tamamiyle faydasız, hattâ aleyhimize bir teşebbüs olur bu iş!...»
Muhatabım daldı ve bir ân yine saded çizgisinden dışarıya çıktı:
— îngiliz Kral ailesinin babama lâyık gördüğü Hanedan Nişanı sadece hayat kaydiyle verilmişti ve evlâda intikal etmiyordu. Cumhuriyet devresi içinde vefat eden babamın cenazesine bir ingiliz hey'eti geldi. Nişanı isteyeceklerini sandım. Fakat isteyen olmadı. Nişan da bende kaldı.
Ve yine saded çizgisine girdi:
— Sultan Vahidüddin, Millî Mücadeleye, Millî Kurtuluş Hareketine bütün gönlüyle bağlıydı. Hareket başladıktan sonra beni sık sık huzura çağırır, dahilî ve askeri vaziyetler üzerinde benden fikir alırdı. Taş basması büyük bir harita yaptırmıştım. Bu harita üzerinde kırmızı ve mavi, iğne bayraklarla vaziyeti Sultana izah eder ve askeri durumu gösterirdim. Kuva-yi Millîye hareketleri üzerinde her muvaffakiyet haberini alışında derinden bir «oh!» çeker, ferahlar ve dünyaya yeni gelmiş gibi olurdu. Bu manzara, benim gözlerimle tespit ettiğim ve Allah ile resul huzurunda her ân tekrarından çekinmeyeceğim bir hakikilik ve samimîlik ifadesidir
Eski yaver, derin bir tahassüs tavriyle sustu.
Bu kitabın muharriri olarak vazifem, böyle, büyük bir tarih vesikası belirtici şahsiyeti dilediğim istikamete çekmek değil, gerçek yönleri ondan öğrenmek ve kendisini asla telkin altına almamak olduğuna göre, her şeyi kendisine ve tabiî seyrine bırakmayı tercih ettim ve asıl incelik noktasının ben davet etmeden gelmesini bekledim.
O nokta geldi. Eski yaver birdenbire şu sözleri söyledi:
— Bahsettiğim Cuma Selâmlığından sonra Mustafa Kemal Paşa huzura davet ve kabul edildi. Sultan Vahidüddin, onu Anadolu'ya geçmeye ikna etti.
Telâşla doğruldum:
— İkna mı etti? Mustafa Kemal Paşanın bu hususta ikna edilmeye ihtiyacı var mıydı?
Söz, bu naziklerin naziği can noktasına gelince, muhatabım toparlanarak tane tane devam etti:
— İzah edeyim: Mustafa Kemal Paşanın huzura kabul edilişinden bir iki saat sonra Başyaver Naci Bey (Millî Mücadeleye katılan, birçok kumandanlıklarda bulunan, uzun zaman meb'usluk eden, Nâzik Naci Paşa lâkabiyle mâruf General Naci Eldeniz) yaverler odasına geldi ve haykırdı: «Hünkâr Mustafa Kemal Paşayı ikna edebildi!» Bu haykırış kelimesi kelimesine kulaklarımdadir. «îkna» tabiri yerindedir.
— Mustafa Kemal Paşanın gayesi Anadolu'ya geçmek değil miydi?
Muhatabım, delmek istediğim zarın nezaketini anladı. Küçük bir fikir hazırlığından sonra cevap verdi;
— Ben Mustafa Kemal Paşayı büyük asker ve kumandan tanırım. Öbür meziyetleri üzerinde söyleyecek bir sözüm yoktur. Mustafa Kemal Paşanın gayesi, o zamanki hükümete girmekten başka bir şey değildi. Hem de bir çoklarının sandığı gibi Harbiye Nâzırı olmak değil, Sadrâzam olmak gayesini güdüyordu. 1919 İlkbaharında vaziyet şöyleydi: Şark ordumuz silâhlarını bırakmıyor ve ortada İtilâf devletleriyle aramızın yeniden açılacağı korkusu hüküm sürüyordu. Mustafa Kemal Paşa da kudretli ve iradeli bir kumandan biliniyordu. Bu kanaat bilhassa Hünkâra aitti. Mustafa Kemal Paşanın o günlerdeki kanaat ve görüşü ise İstanbul hükümetinin İtilâf kuvvetlerine karşı direnmesi, isteklerini kabul ettirmesiydi. İşte bu tavrı göstermek için hükümeti eline almak istiyordu. Halbuki bu kanaat ve görüş siyasî ve amelî bir kıymet ifade edemezdi. Zira Mondros Mütarekesini imzalamış olan mağlûp bir hükümetten galip düşmanlarına karşı bir direnme, karşı koyma iktidarı beklenemezdi.
Ali Nuri Beyefendinin sözünü kestim:
— Böyle olunca, o ân için Kabineye girmek imkânını bulamayan Mustafa Kemal Paşadan, millî hareketi evvelden plânlamış ve gaye edinmiş olması beklenemez!
Muhatabım bu dikkate cevap vermeden devam etti:
— Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya gönderilmiştir. Onu göndermekte ancak iki gaye olabilirdi: Ya İngilizlerin isteğine uygun şekilde Şark Ordusunu silâhsızlandırması Ve Doğudaki mukavemeti kırması için, yahut da tam aksi olarak millî bir mukavemet ve hareket zemini açması için…
— Hangisi olduğunu sanıyorsunuz?
— Ben sadece ihtimalleri kaydediyor ve hâdiselere ait unsurları veriyorum. Dileyen, dilediği gibi hükmetsin!... Ben, kendi hesabıma ayrıca bir tefsir yapmayı emin bir yol görmüyorum. Emin olduğum tek nokta, Mustafa Kemal Paşanın, Anadolu'ya geçmek üzere Padişah tarafından ikna edildiğidir. Hâdiseler hangi ihtimale daha fazla yer veriyorsa öyle!...
Dâvanın şahdamarına ait suali sordum:
— Bu mevzuda, Vahidüddin'in Mustafa Kemal Paşaya, «Ben Halife ve Padişah olarak Anadolu'ya geçecek olursam düşman kuvvetleri birden telâşa düşüp topyekûn anavatan üzerine çullanır ve memleketi tam bir esarete mahkûm eder. Sen bir kumandan olarak git, gerekirse bana ve hükümete âsi ol ve milleti şahlandır» dediği ve büyükçe bir para verdiği yolundaki sızıntılar doğru mudur, değil midir?
— Bilmiyorum! Onu hükümet gönderdiğine göre elbette gerekli tahsisatı vermiştir.
Bu siyasî karşılığa şöyle mukabele ettim:
— Tahsisat ayrı ve tabiî... Ayrıca Sultanın öz cebinden verdiği büyük bir para var mı, yok mu? Bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 42, başka bir rivayete göre de 60 bin altın lira...
— Bilmiyorum! Mustafa Kemal Paşanın bu vazifeye, Padişahın emriyle Ferit Paşa tarafından gönderildiğini biliyorum!
— Emir veren Padişah olduğuna göre asıl maksadını hükümetten gizli tutmuş olması ihtimali yok mudur? Hususiyle Sultan Vahidüddin'in son derece ketum ve tedbir zekâsına malik bir insan olduğu düşünülecek olursa?
— Olabilir!... Vahidüddin Ferit Paşayı sevmez ve ona itimad etmezdi. Nitekim Paris'de Versay Sarayındaki sulh müzakereleri zamanında babamı çağırttı ve ona şu emri verdi: «Sen de Ferid'in arkasından git ve onu kontrol et!...»
sayfa no: 166-173
Beşinci vesika, derin bir tahlile tâbi tutulacak olursa, belki bütün vesikaların en kuvvetlisi olarak Mustafa Kemal Paşaya verilen Hatt-ı Hümâyûndur.
Evvelâ Hattı kelimesi kelimesine göz önüne serelim :
«Yâveran-ı şehriyarîmden Erkân-ı Harbiye Mirlivası Mustafa Kemal Paşaya:
Harb-i Umuminin müttefikin hesabına zıyaı üzerine tahassül eden vaziyet-î siyasiye, ecdâd-ı izamım mülkünü ve makamı Hilâfet ve Saltanatımı müşkül ve tehlikeli bir sahaya sürüklediğinden Hükûmet-i Seniyemin kararı veçhile tâyin olunduğunuz mıntıkada asayişi temin ve merzi-i şahaneme mugayir ahvalin hudüsunu menile cümleten def-i sâ'le bezl-i cehd ü gayret ederek milletimin masumiyetini te'yîd ve mülkümün eyâdi-i mütearrizinden tahlisi için yek vücut olarak hareket edilmesini, selâm-ı şahanem asker ve memurine ve ehaliye tebliiğini irade ettim, Mehmed Vahiduddin»
Şimdi bu Hattı, en açık dille sadeleştirelim:
«Yaverlerimden Kurmay Tuğgeneral Mustafa Kemal Paşaya:
Umumî Harbin müttefikler hesabına kaybedilmesi üzerine doğan siyasî durum, büyük atalarımın mülkünü ve Hilâfet ve Saltanat makamını çetin ve korkulu bir yere sürüklediğinden hükümetimin karariyle atandığımız mıntıkada asayişi sağlamak ve şahane rıza ve dileğime aykırı hâllerin meydana gelmesini engelleyerek ve topyekûn korkulu şeylerin def'ine cehd ve gayret göstererek milletimin dokunulmazlığını gerçekleştirmek ve memleketimin saldırgan ellerden kurtarılmasını sağlamak için tek vücut hâlinde davranılmasını şahane selâmımla beraber asker ve memurlara ve halka bildirilmek üzere irade ettim!»
Bu ferman, en küçük şüpheye yer bırakmayacak şekilde, Millî Kurtuluş hareketini Vahidüddin'in açtığına kat'î burhandır.
Şöyle ki, bütün Osmanlı tarihinde buna benzer bir fermanın herhangi bir kimseye verildiği görülmüş değildir. Görülmemiş olan, açıkça vatan kurtarıcılığı rolünün verilmesi ve bu gaye uğrunda asker, memur ve halka tek vücut hâlinde harekete geçmesi emrinin bildirilmesine Mustafa Kemal Paşa'nın memur kılınmasıdır.
sayfa no: 187
— Refet Paşa'dan dinlediklerim...
Ben Refet Paşayı; İstanbul’a Millî Şahlanma Hareketinin ilk temsilcisi olarak gelip, halkın, ayak tozuna kapandığını gören şu zarif ve ; asîl ruhlu Generali, 1924 yılında, 20 yaşında bir Üniversite talebesiyken ve «Vakit» gazetesinin kısa bir müddet Ankara muhabirliğini üzerime almış bulunuyorken tanıdım. O zamanların, kömürle mi, odunla mı, neyle işlediği belli olmayan ve İstanbul’a 30 saatte varan trenlerinden birinde, yırtık, kırmızı kadifeli birinci mevki kompartımanında tek başıma oturur ve hareket saatini beklerken birdenbire kapı açıldı ve içeriye ince astragan kalpaklı, ince yüzlü ve narin yapılı bir insan girdi.
Hemen ayağa kalkarak, İstanbul'a geldiği zaman (Darülfünun - Üniversite salonunda bir hitabe vermiş olan ve bu bakımdan şahsiyle tanıdığım Refet Paşayı hürmetle selâmladım ve kendimi takdim ettim:
— Vakit gazetesi Ankara muhabiri...
Gayet memnun ve gülümser bir yüzle mukabele etti:
— Size rastlamaktan bahtiyarım! Aklı başında bir gazeteciyle seyahat etmek ve dertleşmek fırsatını bulduğum için çok sevindim!
O tarihlerde Refet Paşa birkaç fikirdaşiyle kurdukları (Rauf Bey, Ali Fuat ve Kâzım Karabekir Paşalar) «Terakkiperver Cumhuriyet Partisi»nin erkânından bulunuyor ve muhalefeti şakadan kakaya götürür gibi bir tavır taşıyordu.
Kendisiyle trende en aşağı 12 saat dertleştik.
Mareşale belli başlı bir tez etrafında sorduğum suallere karşılık Refet Paşa kendi kendisine konuştu ve en derin saffet içinde başlayan Millî Şahlanma Hareketinin, zaferden sonra, onu (dejenere) eden, (tereddiye götüren) bir parti kadrosu ve istismarcı hizip eline geçmek üzere bulunduğundan yakındı,
Şöyle diyordu:
— Mustafa Kemal, bu dâvayı zafere kadar gerçek bir (idealizm) plânında yürütmüştür. Taşıdığı kumandanlık ve liderlik vasıflarından ise kimsenin şüphe etmesine imkân yoktur. Fakat zafer kazanıldıktan sonra etrafında öyle bir dalkavuk halkası peydahlanmıştır ki ister istemez onu tesiri altına almış ve bütün suç bu halkada olmak üzere rejimin havasını bulandırmıştır. Benim bütün hıncım işte bu dalkavuklar halkasınadIr.
Ve saatlerce hâtıra ve tenkit... Tren Eskişehir garına girerken, kimsecikler görünmeyen istasyon meydanını göstererek dedi ki:
— Millî Müdafaa sırasında bu istasyonda bana yapılan merasimi hatırlıyorum da şu ânın tenhalığı karşısında zamanın inkılâplarına ibret ve dehşetle bakıyorum. Bu dünya ve onun sahte kıymetleri kimseye baki değil!..
Sonra birdenbire doğrularak ilâve etti:
— Şu, îtalyada sürünen Vahidüddin'in encamına bak! Bu talihsiz hükümdar, vatanını kurtarmak için elinden geleni yapmış amma sonunda kimseye yaranamamış olmak şöyle dursun, ismi vatan hainine çıkarılmış bir bedbahttır. Ben onun, Mustafa Kemal'i bu işe sevk ve teşvik eden tek adam olduğunu yakından biliyorum. Elbette bu hakikat bir gün tarihe intikal edecektir.
Refet Paşa, o gece daha öyle şeyler anlattı ki, hiçbirini kaydetmeye imkân yok…
Kendisine 30 küsur yıl sonra Ankara Palas'ta rastladım. Daima aynı zarafet ve ruh tamamlıği içinde bu cin gibi ihtiyar, masamda ve bir kaç şahidin huzurunda (hepsi hayatta) hâtıralarını Büyük Doğu'ya yazması ve bilhassa Vahidüddin mevzuunu ele alması yolunda ettiğim teklife şu cevabı verdi:
— Necip Fazıl!.. Benim bir ayağım çukurda... Değer mi Ömrümün son günlerinde gençlere mahsus bir dâvaya kıyam edip örselenmeye... Sen açtığın ve bayrağını taşıdığın yolda devam et! Ama benden bir şey bekleme! Tezini ve 1951 Büyük Doğu'larında neşre başladığın Meclis zabıtlarını biliyorum. Benim bu bahiste sözüm tek cümleden ibarettir ve şudur: Sultan Vahidüddin Birinci Dünya Savaşından sonraki felâketi, millette hiçbir ferdin hissedemeyeceği mikyasta derinden duymuş, vatanın kurtarılması yolunda genç kumandanları Anadolu'ya dağıtmış ve bu işin başına geçmesi için de maddî ve manevî her fedakarlığı göstererek Mustafa Kemal'i seçmiş ve onu Anadolu'ya göndermiş olan insandır! Tarih, İlâhî adaleti hâdiseler üzerinde o türlü tecelli ettiren bir ilimdir ki, günü geldiği zaman, benim gibi insanların hâtıra defterlerinden kefenlerine kadar her şeylerini sorguya çekerek hakikati tespit etmeyi bilir. Şimdilik bizi bırakın da mezarımıza kavgasız ve dâvâsız gidelim!
sayfa no: 196-198
Vesikaların en büyüğü, 11 adet belge içine almadığımız ve birdenbire (sürpriz) tesiri yapmasını beklediğimiz bir tanesidir ki, Mustafa Kemal Paşanın Anadoluya Millî Hareketi körüklemek için Padişah tarafından gönderildiğini teyit ve itiraf edici, mahiyette bizzat kendisince saraya çekilen bir telgraf ve bu telgrafın Birinci Millet Meclisinde okunan ve zapta geçen metninden ibarettir.
«T.B.M.M. Zabıt Ceridesinin (cilt 1 - İkinci basılış - sene 1940) 4 ve 5 inci satırları aynen şöyledir:
«— Dilhâh-ı mikdârilerinden mülhem azm ve iman ile vazife-i âcizanemde müdavim bulunuyorum.»
Aynen sadeleştirilmiş şekli:
«— Mülk ve memleket sahibi zât-ı şahanelerinin arzu ve dileklerinden aldığım azm ve iman ile âciz vazifeme devam etmekteyim.»
Bu satırlar, Mustafa Kemal Paşanın, Samsuna çıkışından kısa bir müddet sonra ve İngilizlerin kuşkulanmasiyle Harbiye Nâzırı Şevket Turgut Paşa tarafından İstanbul'a davet edilmesi üzerine saraya çektiği uzun telgraftan basit bir cümledir ve birden dikkat çekici mahiyette değildir. Halbuki her şey bu cümlenin içinde...
Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan 1336 (1920) Cumartesi günü sabah saat 10'da Meclis kürsüsüne çıkıyor ve zabıt ceridesinin:
«Ankara Meb'usu Mustafa Kemal Paşanın Mütarekeden Meclisin açılmasına kadar geçen zaman zarfında cereyan eden siyasî ahval hakkındaki nutukları»
Diye kaydettiği ilk mufassal konuşmasını yapıyor. Bu konuşmada, Anadolu'ya gönderilişini:
«— Mülki ve askerî hususatla muvazzaf olmak üzere Ordu Müfettişliğine tayin edildim. Bu teveccühü din ve mîllete hizmet etmek için en büyük bir mazhariyet-i îlâhiyye addeyledim.»
(Zabıt ceridesi - sahife 9 - satır 4, 5, 6, 1, 8)
sayfa no: 201
«— Benim milletimin ocağı (evi) alev almış yanıyor! Ben onu düşünüyorum! Sarayım, kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var!»
sayfa no: 208
MİLLÎ ZAFER VE YIKILAN TAHT
Millî öfkenin, Yunanlıları çepeçevre bir kıskaç içinde boğup denize döktüğü âna kadar geçen hâdiseler kaba bilgi plânında herkesçe malûm ve mevzuumuz dışında...
Bu arada, Vahidüddin hakkındaki nefret edebiyatı ve hiyanet propagandası her gün biraz daha köpürtülürken, eski yaver, Tevfik Paşazâde Ali Nuri Beyefendiden dinlediğimiz gibi, her zafer haberini alışında şükür secdesine varmakta ve saadetinden uçmaktadır. Fakat bu tezatlı durumun sırrı yalnız Allah ile birkaç fâniye malûmdur ve milletin gözünden kaçırılmıştır. Zira zafer, sade Yunanlıya değil, Padişaha ve Padişahlığa karşı bir istikamete çevrilmiş ve son Osmanlı Padişahı 6. Mehmed Vahidüddin, bizzat başlatanı olduğu zaferin, Türk süngüsiyle paramparça edilen Yunan bayrağı yanında kurbanı olmuştur. Sanki Yunan ordusu onun hassa birlikleridir ve onu Türk milleti üzerine çullandıran Vahidüddin'dir.
O âna kadar yalnız tarassut dürbününü su yüzünde tutmuşken zafer kazanılınca bir denizaltı gibi meydana çıkan ve Milî Şahlanış Hareketine şekil veren Mustafa Kemal Paşa konuşsun:
«— Rauf Bey, bir gün Meclîsteki odama gelerek benimle mühim bâzı hususata dair görüşmek istediğini ve akşam Keçiören'de Refet Paşanın evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Beyîn teklifini kabul ettim. Fuat Paşanın da bu- muvafakatimi istizan etti. Onu da münasip gördüm. Refet Paşanın evinde dört kişi içtirca ettik.
Rauf Beyden dinlediklerimin hulâsası şuydu: Meclis makam-ı saltanatın ve belki Hilâfetin ortadan kaldırılmak nokta-i nazarının takip edildiği eşi, ailesiyle mütezzdir (eza duymaktadır)... Sizden ve sizin âtiyen (ileride) alacağınız vasiyetten şüphe etmektedir. Binaenaleyh Meclisi ve dolayısiyle efkâr-ı umumiye-i milleti tatmin etmeniz lüzumuna kaniim.
Rauf Beyden, saltanat ve Hilâfet hakkındaki kanaat ve mütalâasının ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu tasrihatta (açıklamada) bulundu: Ben, dedi; makam-ı saltanat ve Hilâfete vicdanen ve hissen merbutum; çünkü benim babam padişahın nân ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanunda o nimetin zerratı (zerreleri) vardır. Ben nankör değilim ve olamam! Padişaha muhafaza-i sadakat borcumdur! Halifeye merbutiyetim ise terbiyem icabıdır. Bunlardan başka umumî mütalâam da vardır. Bizde vaziyet-i umumiyeyi tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da makamı saltanat ve Hilâfettir. Bu makamı lâğvetmek (kaldırmak), onun yerine başka mahiyette bir mevcudiyet ikamesine çalışmak, felâket ve hüsranı muciptir. Asla caiz olamaz!
Rauf Beyden sonra, karşımda oturan Refet Paşadan mütalâasını sordum. Refet Paşanın cevabı şuydu: Tamamen Rauf Beyin fikir ve mütalâasına iştirak ederim. Filhakika bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir şekl-i idare mevzu-u bahs olamaz!» (NUTUK - 1927 - sahife 418)
O Rauf Bey ki, millî mahkûmiyet vesikası olan Mondros Mütarekesini imzaladığı hâlde kendisine Millî Kurtuluş Hareketinde en büyük makamları sağlayabilmiş ve bir ân için Padişahı korur gibi görünmüş ; ve o Padişah ki, Millî Hareketi açması için Mustafa Kemal Paşayı Anadolu'ya göndermesine ve üstelik Sevr muahedesini sonuna kadar direnerek imza etmemesine rağmen vatan haini kabul edilmiştir.
Millî Hareketin kahramanları mevkiindeki şahısların hemen nasıl ağız ve fikir değiştirdiklerini yine Mustafa Kemal Paşadan dinleyelim:
«— Saltanatı Hilâfetten ayırmaya ve evvelâ saltanatı lâğvetmeye karar verdiğim zaman ilk yaptığım işlerden biri de derhal Rauf Beyi Meclisteki odama celbetmek oldu. Rauf Beyîn, Refet Paşanın evinde sabahlara kadar dinlediğim kanaat ve mütalâatına hiç muttali (vakıf, şahit) değilmişim gibi ayakta kendisinden şu talepte bulundum: Hilâfet ve saltanatı birbirinden ayırarak saltanatı lâğvedeceğiz! Bunun muvafık olduğuna dair kürsüden beyanatta bulunacaksınız! Rauf Bey odamdan çıkmadan evvel, aynı maksatla davet ettiğim Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı zeminde beyanatta bulunmasını rica ettim.
Efendiler; o tarihe ait zabıt ceridelerinde görüldüğü veçhile Rauf Bey kürsüden bir iki defa beyanatta bulundu ve hattâ saltanatın lâğvolunduğu günün bayram kabul edilmesi teklifini de dermeyan etti. (NUTUK - 1927 - sahife 419)
Her iki tarafa ait kıymet hükmünü okuyuculara bırakıyoruz.
Saltanatın lağvı işi şöyle neticeleniyor: Türkiye Büyük Millet Meclisi saltanat meselesini müşterek bir encümende müzakere eder ve bâzı meb'uslar tarafından lâğv aleyhinde kuvvetli bir mukavemet görürken bir kenarda müzakereleri dinleyen Mustafa Kemal Paşa birdenbire ayağa kalkıyor.
Tabloyu kendi diliyle tespit edelim:
«— Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu beyanatta bulundum: Efendim, dedim; hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır dîye müzakereyle, münakaşayla verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle
ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk mîlletinin hâkimiyet ve saltanatına vâziülyed (el atıcı) olmuşlardır. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idâme eylemişlerdi Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emr-i vâki (oldu-bitti)dîr. Mevzu-u bahs olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız, meselesi değildir. Mesele zaten emr-i vâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal (mutlaka) olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes, meseleyi tabiî görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal, bâzı kafalar kesilecektir!» (NUTUK - 1927 - sahife 422)
Ve bütün başlar eğiliyor.
Saltanatın kaldırılış şekli, aynı ağızdan:
«— Sür'atle kanun lâyihası tespit olundu. Aynî Meclisin ikinci celsesinde okundu. Tâyin-i esabil (is'm tâyini) ile reye vaz'ı teklifine karşı kürsüye çıktım. Dedim ki: Buna hacet yoktur. Memlekette milletin istiklâlini ebediyen mahfuz kılacak esasta Meclis-î âlinin müttefikan kabul edeceğini zannederim. (Reye!) sesleri yükseldi. Nihayet reis reye koydu ve (müttefikan kabul edilmiştir!) dedi. Yalnız menfi bir ses işitildi: (Ben muhalifim!) Bu seda (söz yok!) sedalariyle boğuldu. İşte efendiler; Osmanlı saltanatının inhidam ve inkıraz merasiminin son safhası böyle cereyan etmiştir.» (NUTUK 1927 - sahife 422)
101 pare top atışiyle ilân edilen tahtın yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluşu... Gelelim, Mustafa Kemal Paşanın Vahidüddin görüşüne :
«— Sakim (kötü) bir tevarüs neticesi olarak, büyük bir makam, tantanalı bir unvan ihraz edebilmiş bir sefil...» (NUTUK-1927 - 423)
Ve Padişahın, memleketi terk edişi karşısında telâkkisi:
«— Filhakika, her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahidüddin gibi hürriyet ve hayatını milleti İçinde tehlikede görebilecek kadar âdi bir mahlûkun, bir dakika dahi olsa bir milletin reis-i kârında (başında) bulunduğunu düşünmek ne hazindir! Şâyan-ı teşekkürdür ki, bu alçak, mevrus (miras kalan) saltanat makamından, millet tarafından ıskat olunduktan (düşürüldükten) sonra denâetini itmam etmiş bulunuyor.» (NUTUK - 1927 - sahife 423, 424)
sayfa 212
Sene 1928... Mayıs ayındayız... Vahidüddin, bildirdiğimiz şartlar içinde, (Villâ Manyoli)nin alt Katındaki bir odasında, itikâfa çekilmiş bir derviş... Sıhhatçe düşkün, çökük, bitkin...
Bir kere, söz Türkiye'ye döndüğü ve Mustafa Kemal Paşayı Anadolu'ya göndermiş olması acı acı yerildiği zaman, kelimesi kelimesine diyor ki:
«— Biz yandık amma, onu Anadolu'ya göndermekle vatanı kurtardık!»
sayfa no: 248
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder