22 Ekim 2019 Salı

İstanbul Sözleşmesi ve 6284'e Neden Karşıyız? Sema Maraşlı



İstanbul sözleşmesi ve sonuçları ile ilgili çok yazı yazdım. Konuyu yeni duyanlar ya da neden karşı çıktığımızı anlamayanlar için madde madde sebepleri:

İstanbul sözleşmesi ve onun uygulanması için çıkarılan 6284 e karşıyız ve acilen iptal edilmesini istiyoruz. Çünkü:

1- İnancımızdan dolayı karşıyız. “Toplumsal cinsiyet eşitliği” adı altında cinsiyet rollerine savaş açan, kadını erkekleştirme, erkeği kadınlaştırma politikalarını kabul etmiyoruz. Ailenin çatısı cinsiyet üzerine kurulmuştur. Cinsiyet yoksa aile yoktur. Aile yoksa din de yoktur vatan da yoktur.

2- Eşcinselliği meşru kabul ettiği için karşıyız. Dinimizce lanetlenen sapkınlıkların, kanunlarla meşrulaştırılmasına ve yaygınlaştırılmasına karşıyız.

3- Sözleşme ile açıkça dine, örfe ve namusa savaş açıldığı için karşıyız.

4- Adaletsiz olduğu için karşıyız. İstanbul sözleşmesi ve 6284 kadının kurban-erkeğin saldırgan olduğu ön kabulü ile hazırlanmıştır. Kadının beyanı esas kılınmıştır. Bu da erkek cinsiyetini baştan suçlu ilan ettiği için masumiyet karinesine ve insan haklarına aykırıdır.

5- Cinsiyetçi bir yasa olduğu için karşıyız. Cinsiyetçilik de ırkçılık gibi faşist-bölücü bir akımdır. Bazı sapık ve cani erkeklerin suçunu bütün erkeklerin üzerine yıkarak medyada sürekli “erkek şiddeti” diyerek erkek cinsiyetini suçlu ilan etmek bölücülük ve kışkırtıcılıktır.

6- Ayrımcılık yaptığı için karşıyız: Kadın hakları-erkek hakları gibi hak ayrımcılığı cinsiyetçiliktir. İnsanların hakları vardır ve bir ülkenin kanunları vatandaşlarını kadın-erkek demeden korumak zorundadır. Kanunlarda bir eksiklik varsa bir cinsiyet için ayrı kanun çıkarılmaz, kanunlar da değişiklik yapılır.

7- Kadın ve erkeği birbirine düşman ettiği için karşıyız. Kadın karşısında erkeği suçlu ilan edip erkeği ötekileştirmek, kadın ve erkek arasına düşmanlık tohumu serpmekten başka bir işe yaramaz. 6284 sonrası kanunlarla kışkırtılan binlerce kadın, eşi tarafından fiziksel şiddete maruz kalmadığı kocalarını evden attırmıştır. Bu da sözleşme ile ekilen düşmanlık tohumlarının ürün verdiğini gösteriyor. Polis zoru ile evinden atılan, uzaklaştırma alınan kocaların çoğu da karısının pişman olsa bile eve dönmeyip boşanmayı seçiyorlar.

8- Aileyi dağıttığı için karşıyız. Tabii ki evliliklerin azalması boşanmaların artmasının tek sebebi bu sözleşme değil, hiçbirimiz de bunu iddia etmiyoruz; fakat ailenin dağılışında büyük ve hızlı bir etkisi olduğu da açıkça görülüyor.

9- Kadını üstün cinsiyet ilan ettiği için karşıyız. Şiddet tanımı içindeki özellikle “psikolojik şiddet” kadınların da uyguladığı bir şiddet çeşidi olduğu halde, sanki kadın bütün bu şiddet çeşitlerinde arınmış, hiçbir şekilde erkeğe psikolojik şiddet uygulamayan üstün bir cinsiyet, olarak kabul edildiği için. Bu da toplumda haksızlık yapan kadınların “kadınım ben kadın…” gibi söylemlerle k sadece kadın olduğu için kadınların haksızken bile haklı çıkması gerektiği yanılgısına düşmelerine sebep oluyor.

10- Ailenin yatak odasına kadar iç işlerine karışıp “Kocaları tecavüzcü” ilan ettiği için karşıyız.

11- Anlaşmazlıktan sonra karı-kocanın barıştırılmasına karış olduğu için karşıyız.

12- Aile anlaşmazlıklarının kamu davasına dönüşmesine karşıyız. Bu kişilerin özgür iradesine saygısızlıktır.

13- Kanunların, kadınların eline erkeklere karşı canları istedikleri şekilde sallayacakları bir sopa olarak verilmesine karşıyız. Karı-koca anlaşmazlıklarında eğitimle hallolacak pek çok evlilik problemlerinin çözümü için adım atılmayıp onarmak değil, dağıtmak için çalışmalar yapılmasına karşıyız.

14- 6284 de cezalar toptancı olduğu için karşıyız. Erkeğin kadına sert bir söz söylemesi ile dayağı “şiddet” diye aynı kefeye koyması, kadına laf atma ile tecavüzü “cinsel istismar” diye aynı kefeye koyması ve hepsini aynı kanunla yargılaması ve birbirine yakın cezalar verilmesi adalete aykırıdır. Adaletsiz yasalar halkın devletine olan güvenini sarsar.

15- İnsanların şeref ve haysiyetleri güvence altında olmadığı için karşıyız. Cinsel istismar konusunda kadın beyanı esas olduğu için, iftiralar karşısında erkeklerin ve ailelerinin haysiyetleri güvence altında değil. Kanundan sonra birilerine düşmanlık besleyen bazı kadınlar cinsel istismar iftirası atarak öç almaya başladılar. Bu iftiralarla erkekler hem hürriyetlerinden oluyor hem de toplum nezdinde aşağılamaya maruz kalıyorlar. Cinsel istismar iftiraları ile binlerce erkek masum olduğuna dair açık delilleri olduğu halde, ağır cezalarla zindanlara atıldığı için karşıyız.

16- Genç evlilerin yuvasını dağıttığı için karşıyız. İstanbul sözleşmesinden sonra 18 yaş altında evlenen erkekler cinsel istismar suçu ile yargılanarak 10-15-20 yıl gibi tecavüzcülerle aynı cezaları alıyorlar. Hürriyetlerinden oluyorlar, yuvaları dağılıyor, çocukları babasız büyüyor, eşleri maddi ve manevi pek çok sorunla başbaşa kalıyor.

17- Kadına karşı şiddeti bitirme bahanesi ile kadına karşı şiddeti artırdığı için karşıyız. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sonrasında kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin arttığı çok açık bir şekilde eldeki verilerle belli.

18- İstanbul sözleşmesi kadına karşı şiddet konusunda Batı ülkelerine ülkemize müdahale hakkı verdiği için karşıyız. Bu ülke güvenliğimiz açısından büyük bir tehdittir.

İstanbul sözleşmesi ve 6284 ün insan psikolojisi üzerindeki etkilerini neden psikiyatrlar, psikologlar ve toplum sağlığı uzmanları anlatmıyorlar? İstanbul sözleşmesini ancak sözleşmeden kesesini dolduran bazı hukukçular, feministler ve feministlerin yardakçıları savunuyor hem de şiddeti artırdığını göre göre.

Kısacası biz İstanbul sözleşmesine ve 6284 de aklımızı kullanabildiğimiz için, insana saygı duyduğumuz için, cinsiyetçilik yapmadığımız için, adalet, vicdan ve merhamet sahibi olduğumuz için, dinimize ve aile kurumuna sahip çıkmak istediğimiz için karşıyız.

İstanbul sözleşmesi ve 6284 acilen iptal edilmelidir.

AB ye girmek için ailemiz satılık değildir.

Konu ile ilgili daha detaylı bilgi almak isteyenler için

http://www.cocukaile.net/6284-kadin-beyani-magduru-kocalarin-hikayeleri/

http://www.cocukaile.net/cinsel-istismar-iftirasi-magdurlari/

http://www.cocukaile.net/genc-evlenenlere-ozgurluk/

http://www.cocukaile.net/istanbul-sozlesmesi-iptal-edilsin/

Twitter dan destek olalım.

#İstanbulSözleşmesiCinayettir

#İstanbulSözleşmesiİptalEdilsin

#6284Kaldırılsın

#GençEvlilereÖzgürlük

21 Ekim 2019 Pazartesi

Şeyh Said neden kıyam etmiştir








Daha başka kaynaklarda olduğu gibi, M. Şerif Fırat’ın yazdığı “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” isimli kitapta da yer alan bilgilere göre, Şeyh Said, kendince bir içtihatta bulundu ve o içtihadın gereği olarak, Şark Vilâyetlerinde nüfûz ve kuvvet sahibi hemen bütün ileri gelenlere “dinî fetvâ”yı da ihtivâ eden bir “Kıyâma Dâvet” mektubunu gönderdi.

Aslı Arapça olan o mektubun Türkçe sûreti şöyledir: “Kurulduğu günden beri din-i mübin-i Ahmedî’nin (sav) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi M. Kemal ve arkadaşları, Kurân’ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslâmı (Abdülmecid Efendi’yi) sürdükleri için, gayr-ı meşrû olan bu idarenin yıkılması, bütün ehl-i İslâm üzerinde farzdır. Rejimin başında olanların ve Cumhuriyete tâbi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Garrâ-ı Ahmediye’ye göre helâl olduğu hususu, birçok ulemâ ve meşâyihin istişaresiyle kararlaştırılmıştır.”

Bölgenin tanınmış ve İTTİHAD âlimlerinden Molla Sahap Korkutata, Şeyh Said Hazretleri ve 47 dava arkadaşının Şark İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edilişinin 90. yılı münasebetiyle önemli açıklamada bulundu.

Konuyla ilgili İlke Haber Ajansı'na (İLKHA) açıklamalarda bulunan Korkutata, hak dava uğrunda şehit düşenlerin unutulmayacağına vurgu yaptı. Korkutata, “Şeyh Said Hazretlerinin bu yılki vefat yıldönümü Ramazan ayına denk geldi. Şeyh Said Efendi 29 Haziran 1925'te yani bundan tam doksan yıl önce idam edildi. Tabi biz idam edildi diyoruz ama idam demek yok olmak anlamına gelmektedir. Oysaki Şeyh Said hazretleri ve dava arkadaşları şehit oldular ki Kur'an buna delildir ki şehitler ölmez. ‘Onlar diridirler ve Allah katında rızıklandırılmaktadırlar.'” dedi.

“Devamlı surette onların davalarıyla aydınlanıyoruz”

İslam âleminin kendi büyülerini hiçbir zaman unutmadıklarını dile getiren Korkutata, “İslam âlemi hiçbir zaman kendi büyük insanlarını unutmuyor. Batıl davalara baktığımızda o davanın insanları kendi büyüklerini unutuyorlar, belki yılda bir saygı duruşuyla anıyorlar. Fakat İslam dinine baktığımız zaman kendi büyüklerini hiçbir zaman unutmuyor. Onların davaları bizim için bir ışık, bir güneştir. Biz devamlı suretle onların davalarıyla aydınlanıyoruz. Örnek verecek olursak; bir Hz. Hamza 1400 küsur sene evvel şehid olmuş ama baktığınız zaman o halende diridir, insanlar içerisinde canlıdır ve insanlar Hamza okulunda okumuş, bu okulda şehadet yolunu öğrenmiş, Hamza'nın kendi omzuna aldığı davayı omuzlayarak yoluna devam etmektedir.” diye konuştu.

“Asıl kazanç İslam'ın kazancıdır”

Şeyh Said kıyamının gayesine de değinen Korkutata, şunları söyledi: “Şeyh Said Efendi, ehl-i selahat yani çok değerli, büyük bir âlimdi. Ben ilmi olarak normal biliyordum ama o idam edildiği vakit Hubab'ın söylediği şiiri söylüyordu. Yani Şeyh Said Efendi idam edildiği vakit Peygamberimiz zamanında müşrikler tarafından Mina'da idam edilen sahabeyi unutmuyor. Onun bu ilim, irfan, sadakat ve takvadan haberi vardır. Dolaysıyla Şeyh SaidEfendi idam sehpasında diyor ki; ‘Allah ve din için olduktan sonra bu değersiz dallarda asılmama pervam yoktur' zira Şeyh Said Efendi çok iyi biliyordu ki kazanç İslam'ın kazancıdır. Yani İslam için kazanç olur, menfi bir dava için kazanç olmaz. Şayet Şeyh Said Efendi menfi bir dava için mücadele vermiş olsaydı bugün unutulur giderdi.”

“Onun kıyamı Kürtçü bir kıyam değildi”

Şeyh Said kıyamının iddia edilenin aksine Kürtçü bir kıyam değil İslami bir kıyam olduğunu belirten Korkutata, “Bugün bazıları Şeyh Said Efendinin Kürtçülük için kıyam ettiğini söylüyor. Ben bu kişilere tarihi sağlam kayaklardan iyi bir şekilde okumalarını tavsiye ediyorum. Şeyh SaidEfendinin asıl davası şeriatı ğarra idi.” ifadelerini kullandı.

“Hayatı, kıyamın niyetine delildir”

Şeyh Said Efendinin hayatının kıyamın asıl gayesinin İslam olduğunu söyleyen Korkutata, “O zaman Osmanlı yeni devrilmiş ve Türkçülük, Kürtçülük diye bir şey yoktu. Kıyamdan öncesine baktığımız zaman Şeyh Said Efendi nerde oturmuşsa İslam dininin ziyana uğrayacağını anlatmıştır. Yani Osmanlının devrilişinden sonra İslam dinine gelecek zararlardan endişe etmiş ve endişesini de gittiği her yerde ve ortamda anlatmıştır. Kısacası Şeyh Said Efendi sahip olduğu her şeyi İslam davası için feda etti. Başta da belirttiğim gibi İslam şehidini unutmaz hem bu dünyada hem de ahrette. Biz de buradan Şeyh Said Efendiye selamlar gönderiyoruz. Selam olsun sana ey Said'imiz. Haberin olsun ki davanı bizler omuzladık ve sen nasıl bu dava için canını verdiysen biz de aynı şekil vermeye hazırız.” dedi.

Kaynak: Doğru Haber

Şeyh Said kimdir? 1865 yılında Erzurum’un Hınıs ilçesine bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya gelen Şeyh Said, Şeyh Mahmud'un en büyük oğludur. Temel eğitimini amcası Şeyh Hasan’ın medresesinde tamamladıktan sonra Palu, Muş, Malazgirt ve Hınıs'ta çeşitli medreselerde fıkıh, hadis, tefsir, beyan vb. İslami ilimleri tahsil etmiştir. Tevhidi bir şuurla İslamî hayatı dava edinen Şeyh Said, halkın irşadı için tebliğ faaliyetlerini aralıksız sürdürmüştür. Bir taraftan halkın irşadıyla meşgul olurken, diğer taraftan ticaretle iştigal edip elde ettiği gelirin büyük bir kısmını medresesindeki talebeleri ve halkın ihtiyacı için sarf etmiştir. Şeyh Said, Tevhidi duruşu ve İslam'a aziz sadakati ile yaşamış olan Şeyh Said, hilafetin ilgası ve Laik Cumhuriyetin kuruluşunu benimsememiş ve Müslümanlar üzerinde de tahakküm edemez gerçeğini tüm halka tebliğ etmiştir.

Şeyh Said, bu yolun sonunda dar ağacı olduğunu bile bile Allah Resulü (a.s) çizgisinde, arkadaşları ile kıyam etmiştir. Şeyh Said, hayatı boyunca hiç bir zaman zulme rıza göstermemiş, hep haksızlık karşısında dik durmuş bir dava eridir, Şeyh Said kıyam öncesi Müslüman halk içerisinde sokulmaya çalışılan fitne ve fesat için Müslüman halkı uyarmakla her zaman meşgul olmuştur. Şeyh Said, ümmetin bilinçlenmesi bakımında her zaman irşat görevini yürütmüş ve bunu kendisine görev kılmış bir şahsiyettir. Etrafında toplanan Müslüman halk Şeyh Said'in davetine icabet etmiş her zaman meclisi Müslümanlarla dolmuştur.

Şeyh Said neden kıyam etmiştir?

Şeyh Said kıyamını topluma bir Kürt isyanı ve İngiliz ajanı iftirası ile anlatan Kemalist zihniyet, aslında bir gerçeği gizlemek ve karalamak için yapmaktadır. Şeyh Said'in yaşamış olduğu hayat incelendiğinde, böyle bir iddianın asılsız ve iftira olduğu açık ve net olarak görülür. Kemalist zihniyetin Şeyh Said kıyamının bu şekilde iftira ve karalama nedeni, kıyamın sorgu ve sualini Müslüman halkın yapmaması içidir. Oysa ki Şeyh Said ve arkadaşlarının hayatında ne İngiliz ajanı olması ile ilgili zerre kadar bir ispat vardır ve nede zerre kadar da bir ırkçılık belirtisi vardır. Aslında bu iddiayı zaten o dönemin savcısı da yalanlıyor, nitekim savcının iddiası ise şu minval üzerine beyan edilir. Mahkemenin, Savcılığın iddiası ile “sanıkların” son söz ve müdafaalarını dinledikten sonra, ittihaz eylediği 28 Haziran 1341 [1925] tarih ve 341/69 numaralı karar, aynı gün, Mahkeme Başkanı tarafından, açık celsede “sanıklara” tebliğ edildi.

Mahkeme kararında şöyle deniliyordu: “Din ve şeriatı alet ittihaz ederek, hakikatte `müstakil bir Islam hükümeti´ kurmak maksat ve gayesiyle Şeyh Said’in vukua getirdiği müsellah [silahlı] isyan ve ihtilal hareketlerine muhtelif şekil ve suretlerde karışıp katılarak isyanın devam ettiği haftalar ve aylar boyunca, birçok şehir, kasaba ve köyleri –devlet ve hükümet zabıta ve askeri kuvvetleriyle, kanlı ve harp halinde, çarpışmak suretiyle- zapt ve işgal eden ve ihtilal bölgesindeki en mühim vilayet merkezlerinden Diyarbakır şehrini dahi muhasaraya alan ve orada dahi inat ve ısrarla harp ve kıtalden çekinmeyen ve nihayet uğradıkları acz ve mahrumiyetten sonra tutuldukları günlere kadar birçok asker, zabit ve vatandaşları cerh, şehit, esir eden, sirkatler, gaspler, yağmalar yapan ve yaptıran şahıslardan oldukları iddiasıyla muhakemeleri icra edilmiş olan seksenbir sanıktan;

1. Şeyh Said, 2. Melekanlı Şeyh Abdullah, 3. Kamil Beg, 4. Baba Beg, 5. Şeyh Şerif, 6. Fakih Hasan Fehmi, 7. Hacı Sadık, 8. Şeyh Ibrahim, 9. Şeyh Ali, 10. Şeyh Celal, 11. Şeyh Hasan, 12. Mehmet Beg, 13. Mustafa Beg, 14. Salih Beg, 15. Şeyh Abdullah, 16. Şeyh Ömer, 17. Şeyh Adem, 18. Kadri Beg, 19. Molla Mahmud, 20. Şeyh Şemseddin, 21. Şeyh Ismail, 22. Şeyh Abdüllatif, 23. Molla Emin, 24. Ali Arab Abdi Beg, 25. Mehmet Beg, 26. Süleyman Beg, 27. Molla Cemil, 28. Süleyman Beg, 29. Süleyman Beg, 30. Tahir Beg, 31. Mahmut Beg, 32. Şeyh Ali, 33. Hacı Halid, 34. Timur Ağa, 35. Abdüllatif Beg, 36. Mehmet Beg, 37. Süleyman Beg, 38. Bahri Beg, 39. Şeyh Cemil, 40. Yusuf Beg, 41. Ali Badan Beg, 42. Halid Beg, 43. Halid Beg, 44. Tahir Beg, 45. Tayip Ali Beg, 46. Çerkes, 47. Jandarma Hamid, 48. Hüseyin Hilmi Bey, 49. Hasan (Hani’li Salih Beg’in oğlu, 11 yaşında), isyanın asli faillerinden olarak “idam cezasına” mahkum edildiler.


Kemalistlerin iddiası:

Çeşitli kaynaklardan destek gören gerici hareketler, yurt içinde ve dışında gizlice çalışmalara başlamışlardı. Devrimlerin uygulamaya konulmasından sonra, yurt içindeki gerici çevrelerde duyulan hoşnutsuzluk ve bu çevrelerin dışarıdaki kuruluşlarla işbirliğinde bulunarak oluşturulan yeni düzene karşı gizli hareketler örgütlemeleridir, 1920’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’nin bazı bölgelerinde çıkacağı hissedilen karışıklıkların ön habercileri niteliğini taşıyordu. Özellikle Doğu Anadolu’da uzun yıllardan beri süregelen gizli bölücülük hareketlerinin, bu gerici çevrelerle işbirliği yapıp dışarıdan sağlanan desteklerle eyleme dönüşmesi ve bölgede ayrı bir devletin kuruluşuna ilişkin planların uygulanmaya geçilmesi için gerekli ortam hazırlanıyor ve yurt içindeki örgütlenme tamamlanarak, dış ilişkiler kurulması dönemi başlıyordu.

Şeyh Said kıyamının “dinî” bir kıyam olduğunu 8 yazarın konu hakkındaki yazdıkları ile açıklayacağız.

1 – Necip Fazıl Kısakürek (Yazar): “Şeyh Said’in Ingilizlerin adamı ve müstakil Kürtlük ideali peşinde olduğu şeni [çirkin] bir yalandır. Öyle olsaydı ilk başarılarının ardından cenup [güney] istikametinde sınıra doğru sarkar, Irak Kürtleri ve Ingilizlerle irtibat kurar ve davasına, gerilerini ve yardım kaynaklarını sağlamış olarak bellibaşlı bir çevre içinde girişirdi. (…) Bütün bu hadiselerin seyri de gösterir ki, Şeyh Said dış ve yabancı desteklerle alakalı olmaksızın sırf kendi başına ve sadece inancı uğrunda hareket etmektedir.”

2 – Feridun Kandemir (Yazar): “Şeyh Said’in peşine taktığı adamlarla ayaklanması suretiyle başlayan bu isyan, asla bir `Kürt isyanı´ değil, memlekette, bilhassa o devirlerde sık sık görülen mevzii ayaklanmalardan biri idi.”

3 – Mahmut Goloğlu (Yazar): “Islam dininin en bağnaz ve tutucu olanlarını içinde toplamış olan Nakşibendi tarikatının en çok etkili olduğu Doğu bölgesinde; hükümetin dinsizliği, milletin dinsizliğe götürüldüğü, dinin kaldırılmak istenildiği, dinin yitirilmekte olduğu, bunu önlemek gerektiği gibi söylenti ve propagandalarla devrim tepkilerinin belki de en büyüğü denebilecek olan ayaklanma başladı.”

4 – Metin Toker (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said, bir Kürt lideri gibi davranmaktan ziyade bir `karşı ihtilal´in ilk darbecisi gibi hareket ediyordu ve açtığı bayrak, hilafet bayrağıydı, şeriat bayrağıydı.”

5 – Uğur Mumcu (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said ve yargılanan diğer şeyhler, amaçlarının `Kürtlük´ olmadığını, `din uğruna kıyam ettiklerini´ söylemişlerdi. Gerçekten de ayaklanmanın kökeninde dinsel duygular yer almaktaydı. Türk-Kürt çelişkisi söz konusu bile değildi. Çelişki, laik devlet ile Nakşibendi tarikatı arasındaydı.”

6 – Ismail Beşikçi (Yazar): “Doğudaki aşiret reisleri, çok çeşitli görevleri bir arada yürütüyorlardı. Bazı aşiret reisleri sadece aşiret reisi olarak kaldıkları halde, bazıları aşiret reisliği ile birlikte dinî reisliği, yani şeyhliği de beraber yürütüyorlardı. Bazıları ise, hem aşiret reisi, hem dinî reis, hem de milli liderlik fonksiyonlarını benimsemişlerdi.. Şeyh Sait, böyle bir liderdir. Şeyh Sait, Palu ve Hınıs’taki çesitli medreselerin kurucusu, yani Palevi Tarikatı’nın da başı olduğu gibi, çevredeki aşiretlerin de reisidir. Bu üç fonksiyonun onda birleşmesi kendisini çok güçlü kılmış ve merkezle meydana gelen en büyük çatışmanın liderliğini yapmıştır. Fakat şurası muhakkak ki, Şeyh Sait hareketinin ulusal bir niteliği yoktur.. Şeyh Sait isyanı merkezin yetkilerine karşı yapılan ilk büyük çıkış olmuştur. Bu isyanda tamamen dinî sloganlar kullanılmış ve hareket tamamen irticai mahiyette bir hareket olmuştur. Bu hareketin geniş kapsamlı oluşunun en önemli sebebi, isyanın lideri olan Şeyh Sait’in yukarda söz konusu ettiğimiz fonksiyonlara (aşiret liderliği ve tarikat liderliği) sahip olmasıdır

7 – Ilhan Selçuk (Gazeteci-Yazar): “Şeyh Said ayaklanmasında, cumhuriyetçiler ile şeriatçılar çarpıştılar. Çatışmadaki `etnik´ renk, olayın toplumbilim açısından özünü saptıramaz. Bilimsel yaklaşım, etnik ayrımın da altını çizmekle birlikte, tarihsel dönüşümün cumhuriyetçi-şeriatçı çelişkisini öne çıkarmak zorundadır.”

8 – Yavuz Bahadıroğlu (Yazar): “Şeyh Said, Islam Dini adına ayaklandığını söylüyor ve herkesi `şeriatı savunma´ya davet ediyordu. Bu anlamda yayınladığı bildirilerde, `Şeriat için savaşanların lideri´ anlamına gelen bir mühür kullanıyordu. Yani bu ayaklanma resmi ağızların yansıttığı gibi, bir `Kürt ayaklanması´ değildi.”

Şeyh Said'in Hanımıyla konuşması

Şeyh Said kıyam kararı aldıktan sonra evine döner ve 2 Ocak 1925'te hânımına durumu izâh ederek evden ayrılacağını ve devlete karşı ayaklanacağını söyleyince hânımı karşı çıkar: "Bey bey! Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun? Sen gidersen bizim nâmusumuzu kim koruyacak? Bizim nâmusumuzu hiç düşünmez misin?" Ama Şeyh Sâîd'in cevâbı nettir: "Hânım hânım! İslâm'ın nâmusu ayaklar altındadır." Hânımı, engel olamayacağını anlamıştır. Şeyh Sâîd, şu sözleri söyleyerek hânımından ve evinden ayrılır: "Hânım! Yarın ben qıyâmet gününde Allâh'ın ve Peygamberi'nin huzuruna suçlu olarak çıkmak istemiyorum. O zaman Allâh bana 'Ey Sâîd! İslâm dîninin hükümleri ayaklar altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu hâlde niye başkaldırmadın?' diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebanîleri beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun Allâh'a ki, yalnız ben ve elimdeki âsâ bile kalsa bâtılın karşısına çıkıp qıyâm edeceğim. Şehîd olana kadar da mücâdelemden de asla dönmeyeceğim. Hem, ne ben Hz. Hûseyn'den daha makbulum ve ne de siz O'nun âîlesinden, Ehl-i Beyt'inden daha makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allâh'a emânet olun!" Şeyh Sâîd evinden ayrılır.


Şeyh Said'in Şehadeti


“Devletin erkânı” ve seçkin konuklan rütbelerine, makamlarının konumlarına uygun düşecek biçimde oturmuşlardı. Diyarbakır’ı birkaç ay önce Şeyh’e karşı savunmuş olan komutan Mürsel Paşa, mahkeme heyeti, töreni görmek için Ankara’dan kalkıp gelen Diyarbakır milletvekilleri Cavit Ekin ve Şeref Bey, askeri, sivil şefler ve eşleri, çocukları önlü arkalı, yan yana tiyatro sahnesinin açılmasını, ya da futbol maçının başlamasını bekleyen seyirci sabırsızlığıyla oturuyorlardı. Mürsel Paşa, seçilmiş milletvekilleri ve mahkeme heyeti bir kümeydi. Törenin başlamasını beklerken, aralarında görüşülüp konuşarak “memleket ahvalini” değerlendiriyor, gülüşmeleri bazen kahkahaya dönüşüyor ve sesleri meydanda yankılanıyordu. Meydanın düzenlenmesi ve dekoru, bir ölüm ayininden çok, bir şenliği, kutlama törenini andırıyordu. “Kutlama şenliğinden” tek eksiği, alanın taklarla, çiçeklerle bezenmemesi, bando-mızıka takımının eksikliğiydi. Bunun dışında her şey yerli yerindeydi. Tören, bir gün önce şehre ilan edilmiş, isteyenlerin seyre gelebileceği duyurulmuştu. İdamı görmek isteyen meraklı kalabalığı saatler öncesinden, “tören alanı” Dağkapı’ya akın etmeye başlamıştı. Seçkinlerin deyimiyle bu “kuru kalabalık” olduğu için, süngülü askerler tarafından protokol tribünden uzakta tutulmuştu. Bu arada kalabalık, suçluların asılması sırasında, “TC’ni birlik ve bütünlük ruhunu zedeleyecek” herhangi bir davranışta bulunmaması, merhamet belirtisi içeren herhangi bir ses ya da söz etmemeleri konusunda uyarılmıştı. “İdamların güven, huzur içinde gerçekleştirilmesi” için bütün alan askerlerce kuşatılmıştı. Kuşatma konusunda, şehir dışına açılan yollar, şehir içindeki sokak başları, cadde ve meydanlarda da unutulmamış, buralara tam teçhizatlı askerler yerleştirilmişti. Birbirine kol mesafesinde sıralanan askerler, bakışlarıyla etrafı tarıyor, güven duymadıklarına “yasak” diyerek geri çeviriyor, arka sokaklara sürüyor, idam mahkûmlarının bulunduğu semte yaklaştırmıyorlardı. Behçet Cemal, Şeyh Said”in son anları için “hücresinde hapishane müdürü Osman’la görüşüyordu. Fakat ahiret işleriyle değil, dünya işleriyle meşguldü” diye yazıyordu. Behçet Cemal’in “dünya işleri” dediği, Şeyh’in geride bırakacağı eşya ve parasının çocuklarına iletilmesine ilişkin insani vasiyetiydi. Şeyh’in son anlarına Fransız, İngiliz ve Amerikalılar dâhil, dünyanın çeşitli köşelerinden gelmiş gazeteciler de tanıklık ediyordu. Daha sonra Fransız ve İngiliz başınında yer alan yorumlarda, Şeyh’in son dakikalarında, insan iradesini aşan bir metanet içinde olduğu belirtiliyordu.

Kaynak : ISLAH HABER

Müslümanların Cuma tatili neden pazar gününe alındı?
























Bundan 83 yıl önce, millî ve iktisadî bağımsızlığın bir ispatı olarak görülen Cuma tatili uygulaması son buldu. Hafta tatilleri pazar gününe alındı. Hemen ardından Yahudilerin hafta tatili olan cumartesi günleri yarım gün tatil edildi; 1974 yılında ise, cumartesi tatili tam güne çıkarıldı. Gerçekleştirilen bu değişimler, “modernleşme” kılıfında “batılılaşma” dayatmasının birer parçalarıydı. Arif Nihat Asya, o günlere dair düşüncelerini şu sözlerle dizelerine taşımıştı: “Bize bir nazar oldu. Cumamız Pazar oldu. Ne olduysa hep azar azar oldu!”


Takvimler 1935 yılını gösterdiğinde, Türkiye bir değişikliğin daha şahidi oldu ve hafta tatili Cuma gününden pazargününe alındı. İslam dünyası için mübarek bir gün olan Cuma gününde Müslümanlar, "Bayram" kabul edilen bu mübarek günde, gerçekleştirilen ibadetler sebebiyle tatil yapıyorlardı.


Osmanlı'da 1839 yılından sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nde ise, 2 Ocak 1924 tarihinden itibaren Cuma günü resmi tatil günü olarak ilan edilmişti. Ancak Batı'yla artan "ticari ilişkilerde zarardan kaçınmak" ve "modernleşmek"kılıfıyla, 27 Nisan 1935 tarihinde çıkarılan yasayla, hafta tatili Cuma'dan pazara alındı. 1 Haziran 1935'te de resmi olarak ilk pazar günü tatili uygulandı.






HAFTA TATİLİ NEDEN CUMA OLDU?


II. Mahmud devrinde, tatil uygulamasına yeniden başlandı. 1831-32'de Bâbıâli ile diğer bazı resmî dairelerde perşembe ve pazar, Bâb-ı Defterî'de ise pazartesi ve perşembe günleri hafta tatili yapılıyordu. Fakat defterdarlıktaki memurların haftada iki gün çalışmamasının işleri aksattığı gerekçesiyle yalnız pazar günü tatil yapılması kabul edildi.



Tanzimat'ın ilânından (3 Kasım 1839) sonra tatil günü olarak yalnız perşembenin bırakıldığı anlaşılır. Fakat bu tatil gününün kalıcılığı da pek uzun sürmedi. Perşembe günü tatil yapan devlet memurlarının çoğu, ertesi günü Cuma namazını bahane ederek işlerinin başına gelmemeye başlayınca 17 Ocak 1842 tarihli karar ile hafta tatili perşembeden Cumaya alındı.


Böylece, tatil gününün Cumaya alınmasıyla, bu mübarek güne saygı gösterilmiş olacağı belirtilmiştir. Bu ifadeden, memurların Cumaya haftanın diğer günlerinden farklı bir önem vermeleri sebebiyle o günü kendilerine ayırmayı istedikleri anlaşılır. Diğer taraftan gayri Müslim memurların kendi dinî günlerinde tatil yapmaları Müslüman memurlara da örnek oluyordu.



ÜÇ FARKLI DİN; ÜÇ FARKLI GÜN


Cuma günü, yalnız resmî devlet dairelerinde çalışan Müslümanlar için hafta tatili olarak kabul edilmişti. Bu arada Hristiyan memurlar pazar günü, Yahudiler ise, cumartesi günü tatil yapıyordu. Zaman içinde sanat ve ticaretle uğraşanlar da kanunî mecburiyet olmadığı halde hafta tatili uygulamaya başladılar. Böylece Osmanlı ülkesinde Müslümanların Cuma, Yahudilerin cumartesi ve Hristiyanların pazar olmak üzere haftada üç tatil günü ortaya çıkmıştı.


Millî Mücadele'den sonra ülkenin iktisaden kalkınması yollarını tespit etmek üzere toplanan İzmir İktisat Kongresi'nde (17 Şubat-4 Mart 1923) bütün Müslüman ve gayri Müslimlerin uyacakları bir hafta tatilinin belirlenmesi hususu gündeme geldi ve hazırlanan üç maddelik teklif, oy birliğiyle kabul edildi.


Bu teklif, hangi din ve mezhepten olursa olsun bütün Türk vatandaşlarının Cuma günü tatil yapmasını öngörüyordu. Ayrıca Cuma gününün dışında da iş yerini kapatmak isteyenler serbest olacaktı.



"GELENEKLERİMİZ CUMA GÜNÜNÜ GEREKTİRİR"


Kongrede alınan bu karar gereğince Cumhuriyet'in ilânından sonra Cuma gününün hafta tatili olarak kabulü için 19 Kasım 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne iki kanun teklifi sunuldu. Gümüşhane mebusu Zeki Bey'in teklifi Cuma gününün genel hafta tatili sayılmasını ve bütün iş yerlerinin kapatılmasını öngörüyordu.



Kanunun gerekçesinde Müslümanların Cuma, Hristiyanların pazar ve Yahudilerin cumartesi tatil yapmalarının millî hâkimiyet ve iktisadî hayatla bağdaşmadığı ileri sürülüyordu. Menteşe mebusu Şükrü Kaya ve otuz iki arkadaşınca verilen ikinci teklif ise, nüfusu 30 binden fazla olan şehirlerde Cuma gününün hafta tatili olarak kabulünü öngörüyordu.


Teklifin gerekçesinde milleti oluşturan asıl unsurların Müslüman olduğu, İslâmiyet'te Cuma tatili bulunmamakla birlikte geleneklerin Cumayı tatil kabul ettiği belirtiliyordu.



MEBUSLAR CUMA GÜNÜNDE HEMFİKİRDİ


Hafta tatiliyle ilgili teklifler İktisat ve Adliye komisyonlarında birleştirildikten sonra genel kurula sevk edildi. Teklif üzerindeki müzakerelere 29 Aralık 1923'te başlandı. İktisat Komisyonu adına söz alan Yusuf Akçura, halkının ekseriyeti Müslüman olan ülkede Cumanın genel hafta tatili olarak kabul edilmesinin adalete uygun olduğunu, azınlıkların Cumanın dışındaki günlerde de tatil yapmakta serbest olduklarını, fakat Cuma günü çalışmaya veya çalıştırmaya hakları olmadığını söyledi.



Saruhan mebusu abidin Bey de Müslümanlarca en önemli gün sayılan Cuma gününün meclis tarafından hafta tatili yapıldığını, bunun dışındaki günlerde isteyenlerin dükkânlarını kapatabileceğini belirtti. Müzakerelerin tamamlanmasından sonra oy birliğiyle kabul edilen 2 Ocak 1924 tarih ve 394 sayılı Hafta Tatili Kanunu, on dört maddeden oluşuyordu. Birinci maddeye göre nüfusu 10 bin veya daha fazla olan şehirlerde bütün iş yerleri haftada bir gün tatil yapmak mecburiyetindeydi ve bu tatil günü de Cuma olacaktı.


Resmî dairelerle genel ve özel sınaî ve ticarî kurumlarda görev alanların haftada altı günden fazla çalıştırılması ikinci madde ile yasaklanıyordu. Bu kanun nüfusu 10 binden az olan şehirlerde de belediye meclisinin kararıyla uygulanabilecekti.



TÜRK İSLAM TARİHİNDE BİR İLK


Türk-İslâm tarihinde ilk defa Cuma gününü bütün Müslüman ve gayri Müslimlerin uyacakları genel hafta tatili olarak kabul eden bu kanunu basın olumlu karşıladı.


Halk tarafından da büyük sevinçle karşılanan kanunun genelde ekonomik zorunluluktan doğmuş olmakla birlikte sosyal içeriği daha ağır basıyordu. Milliyet, din, adalet ve siyaset konuları, kanunun kabulünde önemli rol oynamıştı.


Emperyalizme karşı millî bir mücadele vermiş olan TBMM, Cuma gününün hafta tatili yapılmasını âdeta bağımsızlığının bir ispatı şeklinde değerlendirmiş; bilhassa Cuma günü üzerinde ısrar edilmesinde hâkim unsurların Müslüman olmasını gerekçe olarak ileri sürmüştü.



İNÖNÜ'NÜN TEKLİFİ VE 'MEDENİYET' PROPAGANDALARI


Hafta Tatili Kanunu, 1935'te yapılan değişikliğe kadar yürürlükte kaldı. Başvekil İsmet İnönü'nün imzasıyla 13 Mayıs 1935'te Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sevk edilen millî bayram ve genel tatiller hakkındaki kanun teklifi, hafta tatilinin Cumadan pazara alınmasını öngörüyordu. Gerekçesinde de pazarın milletlerarası tatil günü olduğu, bu tatil gününden ayrılmakla ülkenin ekonomik açıdan büyük kayıplara uğradığı ileri sürülüyordu.



İlgili komisyonlarda görüşüldükten sonra 23 Mayıs'ta genel kurula sevk edilen teklifin bütünü üzerinde konuşan milletvekillerinin hepsi hafta tatilinin Cumadan pazara alınmasının isabetli olduğunu ifade etti.


Konuşmacılar, İslâmiyet'te Cuma gününün namaz saati hariç tatil olmadığını, ayrıca Cumhuriyet'le birlikte Avrupalı devletler sırasına girildiğini, bu devletlerin kabul ettiği pazar gününün tatil yapılmasının zorunlu bulunduğunu ileri sürüyorlardı.


Bazıları da pazar günü tatil yapmayı Batı medeniyetinin bir gereği olarak görüyor, artık köhne kanunlardan kurtulmak gerektiğini ve taassup dönemlerinin geride bırakıldığını söylüyordu.



MİLLÎ VE İKTİSADÎ BAĞIMSIZLIĞIN İSPATIYDI


Teklif üzerinde yapılan konuşmalara cevap vermek üzere söz alan Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya kanunun tamamen siyasî ve içtimaî olduğunu, din ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve şimdiye kadar çıkarılan devrim kanunlarından biri olduğunu açıkladı. Daha sonra 27 Mayıs 1935 tarih ve 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun oy birliğiyle kabul edildi.



Altı maddeden oluşan kanuna göre hafta tatili otuz beş saatten az olmamak üzere cumartesi saat 13.00'ten itibaren başlayacaktı. Böylece 1924'te millî ve iktisadî bağımsızlığın bir ispatı gibi görülen Cuma tatili uygulamasına siyasî, iktisadî ve içtimaî bakımdan yakın ilişki içinde bulunulan Batı dünyası ile bütünleşme mecburiyeti gerekçe gösterilerek son verilmiş oldu.


Hafta tatili uygulaması bu şekliyle 1974 yılına kadar devam etti. Resmî kurumların cumartesi yarım gün çalışmasının faydalı olmadığı kanaatiyle bu tarihte yeni bir düzenlemeye gidildi. Haftalık çalışma süresi 39 saatten 40 saate çıkarıldı. Cumartesi ve pazar günlerinin de tam gün olarak tatil edilmesi kararlaştırıldı.



"BİZE BİR NAZAR OLDU; CUMAMIZ PAZAR OLDU!"


Cumhuriyet döneminde miladi takvimin kabulüyle, Türkiye'de yaşayan Müslümanların bin yıllık İslami gelenekleriyle araya bir perde çekildi; millî ve iktisadî bağımsızlığın bir ispatı gibi görülen Cuma tatili uygulaması son buldu. Gerçekleştirilen bu değişimlerde, "modernleşme" kılıfındaki "batılılaşma", resmî devlet politikası halini aldı.


Hafta tatilleri pazar gününe alındı. Hemen ardından Yahudilerin hafta tatili olan cumartesi günleri yarım gün tatil edildi, 1974 yılında ise cumartesi tatili tam güne çıkarıldı. Ancak Müslümanların haftalık bayramları olan Cuma günleri için aynı durum söz konusu olmadı. Türk edebiyatının "bayrak şairi" Arif Nihat Asya, hafta tatilinin Cumadan pazara alınmasını dizelerinde şu şekilde yorumladı:



"Bize bir nazar oldu. Cumamız Pazar oldu.


Ne olduysa hep azar azar oldu!


Ne şöhretten hastayız, ne de candan hastayız.


Ne ruhça ne vücutça ne de kandan hastayız.


Avrupa'ya bir değil iki pencere açtık.


Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız.


Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz.


Yaklaştıkça her sene öz yurdumda yılbaşı.


Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı.


Buna ağlar ağacı hem toprağı, taşı.


Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz.


Sen Hıristiyan mısın? Diye sorsan darılır.


Yılbaşında hindi kaz yemesine bayılır.


Çam deviren hindi ki nasıl mümin sayılır.


Bilmiyoruz çoğumuz ne edip yapıyoruz.


Batı, batı diyerek eyvah hep batıyoruz."




http://www.fikriyat.com/fikriyat-ozel/2018/07/20/muslumanlarin-cuma-tatili-neden-pazar-gunune-alindi


20 Ekim 2019 Pazar

istiklal Mahkemeleri'nde kaç kişi idam edildi






Inkılaplara muhalif diye “insan” boğazlayan “beşer” M. Kemal’e “ATAM” diyenler;


“beşeri yaratan Allah”ın emri olduğu halde Kurban Bayramında “hayvan” kesilmesine “KATLIAM” diyorlar.


***


Istiklal Mahkemeleri, Milli Mücadele Dönemi (1920-1923) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 – 1927) olmak üzere iki dönem olarak teşekkül etmiştir. Isim aynı olmakla beraber Milli Mücadele içinde çalışan Istiklal Mahkemeleri ile Cumhuriyet döneminde çalışanlar arasında nitelik, gerekçe ve amaç yönünden büyük fark vardır. Milli Mücadele döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri, başlangıçta yalnız asker kaçakları meselesinde çözüm bulmak için kurulmuş, sonradan yetkileri genişletilerek yeni bir biçim almıştı. Cumhuriyet döneminde çalışan Istiklal Mahkemeleri ise, kemalist Ergün Aybars’ın ifadesiyle “Türk Devrimi’nin gerçekleşmesi ve kökleşmesi için, karşı devrimci güçleri, isyancıları, muhalif basın kuruluşlarını, Osmanlı döneminden kalma eşkiya ve Ittihatçılar’ın tasfiyesi yanısıra suikast suçlularını yargıladılar. 1923 – 1927 yılları, Türkiye yaşamında Türk Devrimi’nin gerçekleştiği ve yerleştiği en önemli yıllar oldu. Öyle ki 1927 yılından sonra artık Atatürk’ün karşısında, onun Türk Devrimi’ni gerçekleştirmek çabasına karşı çıkabilecek hiçbir güç kalmadı.”[1]


Olağanüstü yetkilerle önceleri üç, sonraları dört üye ve bir savcıdan kurulan Istiklal Mahkemelerinin kararları katî olup, itiraz ve temyizi yoktu. Kararların uygulanması da mahkemelerin yetkisindeydi. Kararların yürütülmesinde sivil ve asker bütün görevliler sorumluydu.[2]


O dönem ilk günden beri Istiklal Mahkemeleri’nin aleyhinde olan Birinci Büyük Millet Meclisinin unutulmaz hatibi Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şu sözleri, bu mahkemelere verilen sınırsız yetkiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:


“Istiklal Mahkemeleri’ne Meclis’in tanıdığı yetkiyi, Cenab-ı Hak Peygamberine dahi vermemiştir.”[3]


Mecliste Istiklal Mahkemeleri’nin yetkilerinin kısıtlanması için teklifler yapılmasına rağmen M.Kemal, değil mahkemelerin yetkilerinin kısıtlanması, bunlara ek olarak iki Istiklal Mahkemesi daha kurulmasını istiyordu. Bu görüşle 8 Ocak 1921’de Istiklal Mahkemeleri’nin bölgelerinin yeniden saptanması ve mevcutlara iki tane daha eklenmesi için T.B.M.M.’ne Meclis Başkanı sıfatiyle bir önerge verdi:


“Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine


Hasıl olan ihtiyaca ve taksimat-ı mülkiyede vuku’ bulan tebeddülata binaen Türkiye Büyük Millet Meclisi Istiklal Mahakimi’nin daireyi kazalarının yeniden tayin ve tesbitine mecburiyet hissolunmuş ve bu babta tanzim kılınan cetvel ve harita rapten takdim edilmiştir. Buna nazaran mevcut Istiklal Mahakimi’ne ilaveten daha iki Istiklal Mahkemesinin teşkili zarureti vardır. Muktazi muamelenin ifa’sını ve neticenin sür’at-i iş’arını rica ederim efendim.”


Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal[4]



M. Kemal’in [4] no’lu dipnotta bahsi geçen önergesi


***


M. Kemal Atatürk, daha fazla Istiklal Mahkemesi kurulmasını tabiki ister, çünkü kendi hegemonyasını kurmak için demoklesin kılıcı gibi elinde tuttuğu bu mahkemelerle muhaliflerini saf dışı bırakıyordu.


Tam da burada, “Türkiye Tarihi” kitabından bir alıntı yapalım:


“M. Kemal Paşa’ya 1926 yılının Haziran ayında Izmir’de suikast yapılacağı yolunda alınan bir ihbar üzerine yapılan soruşturma sonucunda, Birinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden Lazistan milletvekili Ziya Hurşit ve arkadaşları Izmir’de yakalandılar. Ziya Hurşit, Birinci dönem TBMM’nde 2. Gruba dahildi. Diğer yandan, ihbarın alınmasından hemen sonra Ankara Iskiklal Mahkemesi de soruşturma açmış ve mahkeme derhal Izmir’e gelerek, kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin evlerinin aranmasını ve kendilerinin de tutuklanmalarını talep etmişti. Bunun üzerine o sırada TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri (dokunulmazlıkları olmasına karşın) tutuklandılar. Bu arada Ankara’da tutuklanan Kazım Karabekir Paşa, bizzat Başbakan Ismet Paşa’nın talimatı üzerine bırakıldı. Fakat mahkeme, kendisine dışarıdan müdahale edildiğini ileri sürerek bu kez de Başbakan Ismet Paşa’nın tutuklanmasına karar verdi; ancak Cumhurbaşkanının (M. Kemal Atatürk) araya girmesi iledir ki, bu kararından vazgeçti. Sonunda Kazım Paşa yeniden tutuklandı.”[5]


Şimdi bir değerlendirme yapalım ve kemalist rejimin ne kadar zalim ve hukuksuz bir “çete” olduğunu görelim…


1 – Bir ihbar üzerine dokunulmazlıkları olmasına rağmen TBMM üyesi olan eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu milletvekilleri tutuklanıp Ankara’dan Izmir’e götürülüyor.


2 – M. Kemal’in Istiklal Mahkemesi’ndeki adamları -bilhassa Kel Ali- dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın dahi tutuklanmasına karar verebilecek kadar ileri gidebiliyor.


3 – Dışarıdan müdahale edildiği gerekçesiyle Başbakan’ın tutuklanmasına karar verenler, yine dışarıdan müdahale eden (dolayısıyla kendi mantıklarına göre tutuklanması gereken) M. Kemal Paşa’yı tutuklatmak yerine, onun emriyle bu karardan vazgeçiyor.


4 – Demek ki “Cumhuriyet tarihindeki bütün zulüm ve barbarlıkların suçlusu sadece Ismet Inönü’dür, M. Kemal Atatürk’ün bunda bir suçu yoktur” iddiası doğru değildir. Bilakis, M. Kemal bu konuda Ismet Inönü’yü fersah fersah geçmiştir.


5 – Ayrıca binlerce insanın kanına giren Istiklal Mahkemeleri’nin M. Kemal Atatürk’ün emriyle hareket ettiği bir kez daha tescillenmiş oldu.


Ayrıca 4 Mart 1925 yılında yürürlüğe giren Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra tutuklanıp Elazığ Istiklal Mahkemesi’ne götürülen gazeteciler M. Kemal’e telgraflar çekerek kendilerini mahkemenin şerrinden kurtarmasını istemişlerdi.[6] Mahkemenin son günlerinde bir telgraf daha çekerek aflarını istemeleri üzerine[7] M. Kemal, mahkemeye bir telgraf çekmiştir.[8]Mahkemenin bu çağrıya cevabı ise beklendiği gibi olmuş ve gazeteciler beraat etmiştir. Prof. Dr. Tunçay, bu gelişmenin, mahkemelerin siyasal iktidarın “emri ile” hareket ettiğinin en somut delili olduğunu belirtmektedir.[9]


Bu mahkemelerde o kadar çok namuslu insan idama mahkum edilmiştir ki, Elazığ Istiklal Mahkemesi’nde yargılanıp hakkında beraat kararı verilen Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey, büyük bir celadetle yerinden fırlayarak:


“Bu mahkeme çok namuslu insanları asmıştır. Bizim namusumuzda bir eksiklik mi gördü ki, bizi asmadı” diye haykırmıştır. Bunun üzerine, Elazığ Istiklal Mahkemesi Hüseyin Avni Bey’i ömür boyu sürgün cezasına mahkum etmiştir.”[10]


Bu mahkemelerde milletvekilleri de yargılandı, gazeteciler, alimler, çocuklar, bakanlar ve Milli Mücadele’nin önde gelen paşaları da yargılandı.[11]


****Istiklal Mahkemeleri’nde kaç kişi idama mahkum oldu?***


Bu konuda Kadir Mısıroğlu şunları yazmaktadır:


“Hilafetin ilgasından sonra, birbirini kovalayan inkılapların ana hedefi, sanıldığı gibi yalnız resmi hayatı değil, aynı zamanda ferdi ve şahsi davranış, yaşayış ve hissiyatı da, din dışı kılmaktı… Bu güç iş, dört sene gibi mahdut (sınırlanmış) bir zamana sığdırılmıştı. Ama nasıl? Anadolu dahilinde, fevkalade selahiyeti haiz Istiklal Mahkemeleri dolaştırmak ve.. bu mahkemelerin sözde hakimlerinin vasıtasıyla, masum kellelerinden ehramlar yükseltmek suretiyle!..


(…)


1924’te hilafetin yıkılışı ile başlayıp 1928’de Islam harflerinin yasaklanması ile ikmal olunan öylesine hızlı bir Islam düşmanlığı siyaseti takip edildi ve bu tatbikat, o derece korkunç bir devlet terörü ile gerçekleştirildi ki bir karşı hareket hayal bile edilemezdi. Istiklal Mahkemeleri adıyla, çoğu azası hukukçu olmayan seyyar bir mahkeme, Anadolu’nun şehir ve kasabalarında dolaştırılarak, on binlerce masum insan, çoğu halka göz dağı vermek maksadı ile yoktan yere darağaçlarında telef edildi. Bu öyle bir devlet terörüdür ki kurbanlarının hakiki sayısını tespit etmek mümkün değildir. Biz, vaktiyle bir eserimizde takribi on milyon nüfusa sahip bulunan o günkü Türkiye’de bu kurbanların sayısını ‘en az beşyüzbin’ (500.000) olarak göstermiştik.”[12]



Bazı Istiklal Mahkemelerinin karar listesi


Yukarıda sunduğumuz listedeki rakamlar “resmidir” ve zikredilen bu rakamlardan daha fazla insanın idam edildiği açıktır. Listede o günün tabiriyle Bidayet Mahkemeleri olarak isimlendirilen normal mahkemeler, Harp Divanları ve ayrıca düzensiz birliklerde çoğu zaman yargı niteliğinde keyfi kararlar veren Kuvay-ı Tedibiyeler’de yargılananlar ve idama mahkum olanlar, bunlarla birlikte isyanlarda öldürülenler yer almıyor. Yalnızca bazı Istiklal Mahkemelerine sevk edilenlerin listesidir bu.


Bu mahkemelerin niteliği hakkında M. Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki görevi sırasındaki şifre katibi, Ekrem Cemil Paşa’nın gözlemleri ilginçtir. 1922 yılında Ankara Istiklal Mahkemelerinde yargılanan Ekrem Cemil Paşa; “1922 kışını, 1500 kadar siyasi mahkumu barındıran bir taş bina içinde geçirdim.” demektedir.[13]


O tarihte Ankara’da 1500 siyasi tutuklunun olmasını, dönemin nüfusuna oranladığımız zaman zulmün derecesini açıklamaya yardımcı olabilir.


Nitekim Cellat Kara Ali 1931 yılında “Son Posta” gazetesinde yayınladığı hatıralarında şöyle diyordu:


“Bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar cellatın içinde sadece benim Cellat Kara Ali olarak idam ettiklerimin sayısı sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır.”[14]


Bu yüzden Ankara’da ip kıtlığı bile başgöstermiştir.[15]


Kemalistlerin, “çok insan asılmadı” diyerek kaynak gösterdikleri Ergün Aybars bile 2’inci dönem “Kastamonu” Istiklal Mahkemesi listesinde 5 kişinin idam edildiği yönünde kayıt bulunduğunu ancak bunun en az 35 kişi olması gerektiğini bildiriyor ve ilave ediyor:


“Listelerin yüzde yüz doğruluğu şüphelidir. Çünkü listeyi bulabildiğimiz belgelere dayanarak yaptık.”[16]


Peki bulunamayan dosyalar var mı?


Hem de çuvallarla…


“Atatürk olmasaydı” adlı bir kitap yazacak kadar Atatürkçü olan Cemal Kutay, “Yazılmamış Tarihimiz – Seçmeler” isimli kitabının “Istiklal Mahkemesinin Esas Dosyaları Ne Oldu?” bölümünde Istiklal Mahkemelerinin faaliyet safhasını “Sakarya’ya kadar” olan safha ile “Cumhuriyetin ilanından sonra”ki safha diye ikiye ayırıyor ve Cumhuriyetin ilanından sonraki safha ile ilgili şunları yazıyor (parantez içindekiler de Cemal Kutay’a ait) :


Milli Mücadelenin hakiki önderlerini vatan ve rejim haini töhmetiy­le önlerine çeken bu safha ise, buram buram siyaset kokar. Bu arada, Halk Par­tisinin varlığında, veraset yoluyla izi ve eseri mutlak olan Ittihad ve Terakki’yi tamamen tasfiye için de, yine Istiklal Mahkemeleri vasıta olarak kullanılmış, daha sonra da, Matbuat üzerinde tesis edilmek istenen baskı için aynı mahke­meler, mesela neşredilmiş bir mektup vesile sayılarak, hususi heyetler halinde vazife görmüşler, hükümler vermişlerdir. Bu devrede Istiklal Mahkemeleri, be­lirli siyasi teşekkül ve şahısların hegemonyasını tethiş ve korkuya bağlama yo­lunda tatbik müesseseleri hüviyeti galip bir çehre ile belirlemektedir. Kanaatıma göre birinci safhayı Ikincisinden ayırmak, bizzat bu müesseselerin tarih huzurunda alacakları hüküm bakımından lüzumlu değil, zaruridir.


Istiklal Mahkemelerine ait vesikalar, Meclisde cereyan etmiş müzakereler, bu mahkemelerden zamanımıza intikal etmiş belgelerin tetkikinden anlaşılı­yor ki, bazı şahsiyetler, bu fevkalade devreye ait adalet ve rejim müesseseleri için yarınki nesillerin vereceği kararları haksız ittihamlardan olduğu kadar, yer­siz bağlanmalardan da kurtarmak istemişlerdir. Allah ve Tarih korkusu olarak ifadelenen bu hissin tipik tecellilerinden biri­sini, Birinci Büyük Millet Meclisinin 17 Haziran 1338 (1922) tarihli toplan­tısında, buluyoruz.


Riyaset makamında, Konya mebusu Hoca Musa Kazım Efendi vardır. Reis ruznamenin üçüncü maddesine sıra geldiği zaman, Meclis Ikinci Reisi Rauf Beyin imzasını taşıyan (rahmetli Başvekil, Hamidiye kahramanı Hüseyin Ra­uf Orbay merhum) Meclis umumi heyetine riyaset tezkeresini okudu. Bu tez­kere, vazifeleri biten Istiklal Mahkemeleri evrakının çuvallara doldurularak Meclis riyasetine tevdi edildiğini, fakat tasnif edilmediği, zarflar numaralan­madığı, rastgele doldurulduğu için arananın bulunmadığı, bir kısmının kay­bolduğu, bu arada 30-40 ÇUVAL ÎÇÎNDE olan Amasya Istiklal Mahkemesi evrakı arasında bulunan Pontus Ihtilal Cemiyeti evrakının Erkanı Harbiye Ri­yaseti tarafından istendiğini, istenilen 26 evraktan ancak altısına rastlandığını, Amasya Istiklal Mahkemesini teşkil eden mebusların, çuvalların mühürlerinin sökülmüş olması dolayısıyla Meclis Riyaseti tarafından istenilen aramaya ve tasnife iştirak etmekten çekindikleri anlatılıyor ve netice olarak da, Istiklal Mahkemelerine ait dosyalar için yapılacak muamelenin çok acele olarak bir karara bağlanması Meclis umumi heyetinden isteniliyordu.


Ilk sözü, Gümüşhane mebusu, eski maliye vekili Hasan Fehmi Bey aldı ve bu işin Meclis Riyasetinin salahiyeti dahilinde olduğunu, bu (çuvalları) açabi­leceğini, sonra mühürleyerek yerine koyabileceğini ifade etti.


Rauf Bey, aksi kanaatte idi:


“-Evrakın tarihi ve içtimai fevkalade ehemmiyeti vardır. Tapu kaydı değildir bunlar… Allah ve Tarih önündeki muhasebenin evrakı müsbitesidir bunlar…


Sadece Amasya Istiklal Mahkemesinin evrakı 30-40 (ÇUVAL)dır. Evvelce ba­zı evrakın celbine heyetiniz karar vermiş, getirilmiş, Şimdi bu kararları vermiş olan mebus arkadaşlarımız bile el sürmekten çekiniyorlar. Bu şekilde idare he­yeti kendisinde nasıl salahiyet görebilir?”


Kars mebusu Cavid Bey söz aldı, dedi ki:


Diyelim ki bugün için buna bir çare buldunuz, Istiklal Mahkemelerinde reis, aza, müddeiumumi olarak vazife görenlerin hepsi mebus arkadaşlarımız­dır. Elbette kanun ve vicdanlarını hakem yaparak karar vermişlerdir. Bu karar­larına ait evraka nasıl uzatmıyorlar? Hayret ederim… Diyelim ki, bütün hadisata vazülyed olan yüksek heyetiniz karar verdi, bir heyet tefrik ettiniz, bunla­rı bugün için tetkik ve intaç etti. Fakat sorarım: On, Yüz, Bin sene sonra ne olacak? Elbette çocuklarımız ve torunlarımız, bu evrakı bir bir tetkik edecek­ler. Çuval ne demek efendim? Fasulye mi saklıyoruz? Şimdiye kadar bunların yegan yegan tasnif ve temhiri, sağlam sandıklara vaz’ı, gayet muntazam birer fihristinin yapılması icab ederdi.”


Amasya Mebusu Ömer Liitfi Bey, yeter sayıda memuru olan Istiklal Mah­kemelerinin vazifelerini tamamladıkları zaman verdikleri hükümlere ait dos­yaları gayet muntazam ve nizami mahkemelerin yaptıkları gibi numaralı ve fihrisdi zarflar içinde hazırlayarak Meclis riyasetine tevdi etmelerinin şart ol­duğunu, bu vazifeyi yerine getirmeyenlerin tarih huzurunda mes’ul durumda bulunduklarını, azalar hayatta iken vazifenin bir dakika ihmal edilmeden ye­rine getirilmesinin şart olduğunu izah etti ve dedi ki:


Riyaset makamına istirham ederim, her Istiklal Mahkemesine idare he­yetinden birer arkadaş verilerek bu tarihi, adli, hatta insani vazifeyi buradaki mukaddes vazifemiz tamamlanmadan yerine getirelim ve mes’uliyeti maneviyeden kurtulalım. Çünkü bu vazife münhasıran Istiklal Mahkemelerinde va­zife görmüş arkadaşlarıma ait değildir. Bütün Meclisin şahsiyetine şamil vedi­adır.”


Bundan sonra Cemal Kutay, Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey’in şöyle bir sual sorduğunu aktarıyor:


“- Istiklal Mahkemeleri birçok idam kararı vermiştir, birçoklarını sürgün et­miştir. Bunların çocukları, yakınları, akrabaları vardır. Yarın fevkalade zaman­lar geçip nizami adalet cihazı vatanın mukadderatını tedvire başladığı zaman, fevkalade zamanların mikyaslarını ancak bu evrak içinde tetkik ederek anlaya­cak olanlar, böyle bir haktan mahrum kalırlarsa bu kararı vermiş olanları lanetle yadetmezler mi?…”


Cemal Kutay, Şarki Karahisar mebusu Ali Süruri Efendi’nin de Rauf Bey’e şu suali sorduğunu anlatıyor:


“- Meclisin hafi celseleri ve diğer evrakı siyasiyesini kim saklıyor? Nasıl mu­hafaza ediliyor? Istiklal Mahkemeleri evrakı bunlardan daha az ehemmiyetli değildir. Yarın, bu günlerin tarihi yazılırken asıl istinad edilecek evrak ve vesa­ik bu mahkemelerin dava safhalarındadır. Müdafaalar, şahitlerin söyledikleri, hadiseler ve vakaların safahatı bu çuvallar içindeki perişan evraktır. Neden Riyaset Makamı aynı hassasiyeti göstermiyor?”


Cemal Kutay devam ediyor:


Rauf Bey anlattı ki, mevzuun Meclis heyeti umumiyesine getirilmiş olması, aynı hassasiyetin ifadesidir ve umumi heyetten karar istenmektedir. Fakat ba­zı Istiklal Mahkemelerinin evrakı o haldedir ki, kararları vermiş olanlar bile el sürmek istemiyorlar. Bu sebeple ne yapmak lazım, umumi heyet karar versin…


Münakaşalar uzuyor…


Birçok takrirler veriliyor. Riyaset makamı bunları sıra ile reye koyuyor. Tak­rirler arasına, vazife görmüş ve görmekte olan Istiklal Mahkemelerinin verdik­leri kararlara ait dosyaları muntazam şekilde tasnif etmedikçe, vazifelerinin bitmiş sayılamayacağına ve kendilerine kısa müddet verilmesine dair olanlar da var. Neticede, Şarki Karahisar Mebusu Ali Süruri Efendi’nin şu takriri ka­bul ediliyor:


“- Vazifesine hitam verilmiş olan Istiklal Mahkemelerine ait evrakın o mah­keme heyetinden burada mevcud zevat ile Meclis Riyaseti idare memurları ta­rafından müştereken muntazam surette tasnif ve cedveli tanzim ve tasdik edil­mek ve badehu tasnif edilmiş bu evrakın, Meclisin diğer mühim evrakı misullu hıfcı için vazifedar olanlara teslim olunmak lazım geleceğinden bu suretle muamele ifasına karar ita buyurulmasını teklif eylerim.”


Meclisin bu şekilde, yani her Istiklal Mahkemesinde vazife almış olanlarla, Meclis Riyaset Divanına mensup diğer mebuslardan seçilecek kimselerle işbir­liği yaparak, bu (çuvallar içindeki) evrakın muntazam dosyalar halinde, ve fih­ristleri yapılarak tanzim ve Meclis Riyasetine teslim edilmesi, neticeden de umumi heyete malumat verilmesi yolundaki kararının tatbikatı ne oluyor?


Birinci Büyük Millet Meclisi’nin kendi kendisini fesih kararı olan 18 Nisan 1923 tarihine kadar. Meclis zabıtlarında bu mevzua ait müzakereye rastlamı­yoruz. Ikinci Büyük Millet Meclisi ise, Istiklal Mahkemelerinin daha başka mahiyet aldığı, yani mevzuun IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyetleri tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.


Böylesine kaderine terkediş ve mevzuu kapanmış bir devrenin hadisesi ola­rak nisyana terk etmenin düşüncesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine, rahmetli Kazım Karabekir’in, 1946’da Reis olarak seçilmesine kadar devam et­miştir.


Ölümüne kadar, iki yıldan daha az sürmüş bu devre içinde rahmetli Karabekir, kendisinin de Atatürk’e yapılmış suikast dolayısıyla müttehim olarak çıktığı Istiklal Mahkemelerinin dosyalarının akibeti ile alakadar olmuştur.


Anlaşılmıştır ki, Meclis Evrakı arasında bulunanlar, Mahkemelerin “verebildikleri”dir ve bunlar, 17 Haziran 1338 (1922) tarihindeki müzakerelerin var­dığı neticeye göre düzenlenmiş değildir. Istiklal Mahkemelerinin teşkilinden Birinci Büyük Millet Meclisi’nin teşrii hayattan çekilmesine kadar geçen dev­re içinde 23 Istiklal Mahkemesi vazife görmüş, bazı yerlere muhtelif tarihler­de iki, hatta üç Istiklal Mahkemesi heyeti gönderilmiştir. Birinci Meclis teşrii vazifesine kendi kendisini fesih suretiyle son verinceye kadar olan 23 Nisan 1920 – 18 Nisan 1923 devresi arasındaki safhaya ait Istiklal Mahkemesi evra­kı, kısmen sandıkları, kısmen çuvallar içinde toplanılmış, ancak 17 Haziran 1922 tarihli celsede Pontus harekatı dolayısıyla bahis mevzuu olan Amasya Is­tiklal Mahkemesine ait olan dosyalar tasnif edilmiş, diğerleri ele alınmamıştır. 1923’den sonrakiler ise, ancak verilmesi muvafık görülenler’e ait birer hülasa zabıt olarak Meclis arşivine intikal etmiştir. Rahmetli Karabekir, artık tarihin malı olması icab eden bu evrakın arzu edenlerin tetkikine serbest ve açık bu­lundurulması, bunların da nihayet Meclis Zabıtları şeklinde telakki edilmesi­nin gününün geldiği yolundaki kanaatini Cumhuriyet Halk Partisi grubuna götürmek istemiş, fakat 1946’da artık fiilen siyaset sahnesinde olan muhalefe­te yeni mevzular vermemek endişesi ile bu arzu önlenmiştir.[17]


Cemal Kutay’dan yaptığımız uzunca alıntı burada son buldu.


Anladığımız kadarıyla Istiklal Mahkemeleri’ne ait dosyalar saklanmak istenmiştir. Anlaşılan o ki, işlenen cinayetlerin ortaya çıkmasından korkuluyor.


Ayrıca Cemal Kutay’ın şu sözleri üzerinde dikkatle düşünülmelidir:


“…IKINCI SAFHASI’nın başladığı devredir ve Is­tiklal Mahkemeleri, 1923’le 1927 arasında, tam bir siyasi müessese olmuş, ba­zı hususi düşünceleri ve memlekette zor ve tethişle yerleşmesi arzusu ifadelenemeyen hususları, inkılaplar namına tarsin ve tesis eden cihaz haline getiril­miştir. Bu safha içinde de, verilmiş kararlara ait evrakın, istikbalin tarihçesine dayanılabilir malzeme olmasını istemeyi düşünen kimsenin çıkmasını bekle­mek, aşırı iyimserlik olurdu. Nitekim, daha sonraki Istiklal Mahkemelerinin verdikleri kararların gerek insan hayatlarına şamil sayısı, gerek bazı şahsiyederi tarihin hükmüne bambaşka şekilde sevketmenin gayretleri içinde bu mah­kemelerin kararlarını tetkik edebilme, üzerinde araştırma yapabilme ve hatta mevzu sayabilme cesaretini gösteren kimse çıkmamıştır.“


Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız



[17] no’lu dipnot ile ilgili… Cemal Kutay’ın naklettiği münakaşanın Meclis tutanağından bir bölüm (KAYNAK: Münakaşanın tamamı için bakınız; TBMM Zabıt Ceridesi, Içtima 56, cild 20, 17.6.1338, sayfa 448 ve devamı.)


***Istiklal Mahkemeleri’nin hukuksuzluğuna dair 3 misal***



Istiklal Mahkemesi Üyeleri: Kılıç Ali, Ali Çetinkaya (Kel Ali), Reşit Galip


***


Misal 1:


Insan Hakları Ihlali, Zulüm (Istiklal Mahkemesi tutanaklarından) :


Şükrü Bey söz istedi:


– Bu işte Abdülkadir’in pek mühim bir rol oynadığı anlaşılıyor, tavzih edeceğim (açıklama yapacağım). Bir avukat tutacağım…


Reis Kel Ali (Ali Çetinkaya):


– Istiklal Mahkemeleri, dava vekillerinin canbazlığına gelmez. Mahkememizim derecatı yoktur. Millet hükme intizar ediyor, ne söyleyecekseniz açıkça söyleyiniz. Avukatlara falan geçilecek vaktimiz yok.[18]


***


Misal 2:


KANUNUN DEĞİŞMİŞ OLMASI BİZl BAĞLAMAZ!


Ceza hukukunda temel bir kural vardır. Bir suçu düzenleyen yasa hükmünde yapılan değişiklik eğer sanık lehine ise, geçmişe de etkili olmak kaydıyla hemen uygulanır. Bu kural TCK’nın 2. maddesinde de bulunmaktadır: “Işlendikten sonra yapılan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimse cezalandırılmaz.” Ne var ki bu kural Istiklal Mahkemesi için bir anlam ifade etmiyordu.


Şöyle ki:


Yeni Ceza Kanunu mecliste 1 Mart 1926’da kabul edilmiş, TCK 1 Temmuz. 1926’da yürürlüğe girmişti. Yasanın hükmüne uygun olarak mahkemeler yeni kanunu uygulamaya başladılar. Ne var ki hukukun bu genel ilkesinin Istiklal Mahkemesinde işlemesi mümkün olmadı. Çünkü Adliye vekaleti Istiklal Mahkemesini adeta kendisinden de yasalardan da üstün görüyordu! Tümüyle hukuka aykırı bir biçimde Adliye Vekaleti Istiklal Mahkemesine bir yazı göndererek “yeni ceza yasasının yürürlüğe girdiğini, bu yeni yasanın Istiklal Mahkemesinde de uygulanıp uygulan­mayacağını” soracaktı. Böyle bir sorunun sorulması tam bir skandaldı.


Ama skandal sözkonusu olacaksa cevapta sorudan aşşağı değildi. Bu yazıyı 1 Temmuz 1926 tarihinde, bir suretini de Başbakan Ismet Paşaya yolladığı telgrafla cevaplayan Mahkeme buna taraftar olmadığını bildiriyordu.


Prof. Dr. Mete Tunçay Adalet Bakanlığının sorduğu bu suali ve verilen cevabı şöyle yorumluyor:


“… Adalet Bakanlığının böyle bir soru sorması ve mahkemenin böyle bir yanıt vermesi bile, insana tuhaf geliyor.[19]


Yasa mahkemeyi bağlamıyordu! Peki mahkemeyi bağlayan ne idi?


GEREKİRSE KANUNUN ÜZERİNE DE ÇIKARIZ


Şark Istiklal Mahkemesi savcısı Süreyya Örgeevren Dünya gazetesinde yayınlanan anılarında Istiklal Mahkemesi yargılamalarının son derece önemli bir özelliğine dikkat çekiyor.


*Acaba Istiklal Mahkemeleri hangi suçları yargılamakla yetkilidir?


Yani yargı yetkisinin bir sınırı var mıdır? Savcı Örgeevren kendilerinin ancak Istiklal Mahkemesi kapsamında ve orada belirtilen suç sanıklarını yargılayabileceğini düşünüyor. Mahkeme ise onunla aynı görüşte değil. Tam tersine yetki alanında bir sınırlama olmadığı düşüncesinde. Bu konu savcı ile mahkeme üyeleri arasında çok önemli bir tartışmaya neden olurken, Mahkeme başkanı Müfit Bey Istiklal Mahkemelerinin amacına varmak için hukuk, yasa tanımayacağını ifade ediyor.


Savcı anlatıyor:


“3 Mayıs 1925 günü büromda dosyaları tetkik ediyordum. Bir ara mahkeme reisinin odasına gittim. Hakimler oturuyorlardı. Daha merhaba bile demeden Istiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip Bey “Süreyya Bey! Siz mahkememizin Istiklal Mahkemesi Kanununda tasrih edilen suçlardan başka fiillere el koyup muhakeme edemeyeceklerini söylemişsi­niz, işte gazeteler. Bu nasıl oluyor?” diye asabi bir tavırla bana sordu. Ben de olabilir kardeşim. Benim gazetelerden haberim yok. Ancak size şu hususu tekrar ederim ki, Istiklal Mahakimi Kanunu’nun bu hususta kafi sarahati ihtiva eden maddeleri bulunduğu sizlerce de bilinmektedir. Ben kanun hükümlerine aykırı birşey düşünemem. Ben vazife ve salahiyetim haricindeki fiil ve hareketleri muhakeme icra ve ceza tertip edilmesi için asla sevkedemem. Istiklal Mahkemesi, kendisine kanunen verilen kaza salahiyetini, kanunun çizdiği muayyen hudut içinde istimal eder.


Bu sözlerim üzerine Saip Bey çok sinirlendi ve reis Müfit Beye döne­rek “müddeumumilik ile aramızda kanaat farkı vardır. Bir şifre yazın ben istifa ediyorum” dedi. Reis ve diğer üye de ona katıldılar. Konu üzerine uzun münakaşalar oldu. Bir ara reis Lütfi Müfit Bey bana dönerek: “Bizim dedi, milli bir gayemiz vardır. Ona varmak için arasıra kanunun fevkine de çıkarız” dedi.[20]


***


Misal 3:


Ziya Hurşit, M. Kemal Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunmaktan yargılandığı Istiklal Mahkemesi’nde kendini şöyle müdafaa etmişti:


“Ben Teşkilatı Esasiye Kanununu tagyir veya tadile teşebbüs etmedim. Büyük Millet Meclisini vazifelerini ifadan menetmek de hatırımdan geçmemiştir. Yalnız suikast yapacaktım. Muhakemem esnasında da, bunun sabit olduğunu gördünüz, şu halde Müddeiumumi (Savcı) Beyin hakkımda tatbikini istediği madde beni alakadar etmez. Bu madde bana tatbik edilemez. Çünkü, tekrar edeyim ben, ne Icra Vekilleri Heyetini devirmeği, ne de Teşkilatı Esasiye Kanununun tadilini falan istemedim. Kimseyi müsellahan isyana davet etmedim. Bu sebeple, beni ancak tevkif edildiğim zaman mer’i (yürürlükte) olan 46’ncı maddeye göre cezalandırabilirsiniz, o da şudur:


‘Suikast fikri tahakkuk etmemişse, kanunun sarahati olmayan yerlerde cinayet telakki olacak cürmü, bir seneden eksik olmamak üzere kalebentliğe tahvil olunur.’


Ben sukasti, yani cürmü yaptıktan sonra hükümeti devirmek, meclisi vazifeden menetmek isteseydim, memleketten bir tarafa ayrılmaz, burada kalırdım. Halbuki, siz de anladınız ben Sakız’a kaçacaktım.. Hülasa; kanun sarihtir. (Özetle, kanun açıktır). Kanunun sarahaten cezalandırdığı fiillerden maada hiçbir suretle ceza verilemez.”[21]


Ama verildi…


*


http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/26/istiklal-mahkemeleri/


Harf Devrimi'nin amacı İslam'dan uzaklaştırmak







Yüzyıllardır kullanılan Kur’an hattı yani Osmanlıca alfabe 89 yıl önce bugün değiştirilmişti. Çağdaşlık adı altında aslında İslami kimlikten uzaklaşma amacı taşıyan alfabe değişikliği milleti bir anda geçmişten kopardı.

27 Aralık 1928'de gazetelerde bir haber yayınlanır. 'İstanbul Belediyesi, eski harflerle yazılı tabelalarını değiştirmeyen dükkân sahiplerini cezalandırdı.' Harf inkılabı gerçekleştireli henüz iki ay bile olmamışken 'dükkan tabelasını' değiştirmeyen esnafa ceza uygulanması o yılların baskıcı zihniyeti hakkında bilgi vermesi açısından aslında yeterlidir. Ancak 1 Kasım 1928'de gerçekleştirilen bir inkılabın, cebri uygulamalarla halka baskı kurulmasının altında yatan fikirleri görmemiz lazım.

HARF İNKILABI ÖNCESİ

Henüz harf inkılabı olmamıştır. Mahmut Esat Bozkurt hatıralarında; M. Kemal’le arasında geçen harf inkılabı kararı ile ilgili şu diyalogu aktarır:

M. Kemal “Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?” diye sorar. “Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa müddetli teklif var” diyen Bozkurt’a “Ya üç ayda olur, ya hiç olmaz” cevabını verir.

Harf inkılabının ilk uygulamaları Isparta’da başlamıştır. Resmi kabul 1 Kasım 1928 tarihi olmasına rağmen Isparta’da kurslar 12 Eylül 1928’de başlatılmıştır.

HARF İNKILABINDA PİLOT BÖLGE: ISPARTA

Harf inkılabı resmi olarak 1 Kasım 1928'de gerçekleştirilmiş olsa da öncesinde 12 Eylül 1928'de fiili çalışmalara başlanmıştır. Özel ve resmi kurslar açılarak halk buralara yönlendirilmiştir. Manidar olansa harf inkılabı uygulamaları için pilot bölge olarak Isparta'nın seçilmesidir.

Yazar Ahmet Özkılınç “Akrebin Kıskacında” adlı kitabında, Bediüzzaman’ın sürgün edildiği Isparta’nın, tek parti döneminin Harf Devrimi gibi bazı icraatları için ‘pilot bölge’ seçilmesinin ‘tesadüfî’ olmadığını söylüyor.

NEDEN ISPARTA?

1928 yılı Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Isparta'da zorunlu ikamete mecbur edildiği dönemler. İslam harflerinin muhafazasını mesleğin bir vazifesi bilen Bediüzzaman Hazretleri bu yıllarda üst üste bazı risaleler yazdırır. Bunlardan biri de yeniden dirilişin inkar edilmeye çalışıldığı bir dönemde yazdırdığı Haşir Risalesidir. Onuncu Söz adıyla da bilinen Haşir Risalesi hem Isparta çevresinde hem Ankara’nın en üst makamlarındaki önemli şahısların eline geçmiştir.

Yine aynı yıllarda Maarif (Eğitim) Şurasında müfredatlarda ahiretin olmadığının ders kitaplarında yer almasına dair kararı alınmıştır. Bu sırada şura üyelerinden biri Haşir Risalesini okumuştur. Endişesini dile getirerek “Said Nursi bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor” der. Tecrit altında ve dış dünyaya kapalı birisinin yazdığı eser nasıl tâ Ankara’ya ulaşır?

Onuncu Söz aslında büyük bir oyunu deşifre etmiş ehl-i iman için âdeta çelikten bir sur olmuştur. Harf inkılabının Isparta’da uygulanmasının altında yatan etken Risale-i Nur’un yayılmasını kısa sürede engellemektir.

ISPARTA'DA GECE DERSLERİ

Isparta'nın pilot bölge olmasıyla beraber hemen çıkartılan bir yönetmelikle genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin halk evlerinde geceleri yapılacak derslere katılması 'emredilir'. O zamanlar hala İslam harfleriyle yayın yapan 'Isparta Gazetesi'nde bir de ihtar vardır. İhtarda geceleri 'laklakalar' vakit geçirip kurslara katılmayanların 'cahilliklerinin katmerleşeceği' söylenmektedir.

BEDİÜZZAMAN VE İSLAM HARFLERİ

Bediüzzaman bir yandan İslam harflerinin muhafazasına çalışıyor bir yandan da İslam harflerinden tamamen habersiz yetişen yeni mektepliler için Risale-i Nur'ların yeni harflerle basılmasına müsaade ediyordu.

Bediüzzaman İslam harflerini değiştirenlerin asıl amacını gördüğünden yıkmak için uğraştıkları bir kaleyi tamir ediyordu. Mektubat adlı eserinin 29. mektubunda geçen şu bahis İslam harflerini kaldırmak isteyenlerin asıl niyetlerini açığa çıkarıyor.

'"Dokuzunce mes'ele: Ey ihvan, madem Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle bizi Kur'ân-ı Hakîm'e hizmetkâr kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor, biz de rahmetine ve inayet ve tevfîkine istinad edip, merkez-i nuraniyenin etrafında mütesanid daire-i muhita olmaya çalışmalıyız. Hatt-ı Kur'ânî'nin ref'ine çalışanları susturmalıyız. Kur'an'ı unutturmaya niyed edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız…"

BAKİLER: HARF İNKILABI İSLAM’DAN VE KURAN’DAN UZAKLAŞMAK İÇİN YAPILDI!

Yavuz Bülent Bakiler: "Atatürk de bir insandır. Onun da yanlışları olmuştur. Eleştirmek düşmanlık değildir. Dil, din ve musikide inkılap olmaz. Dil devrimi olmaz, dili ortadan kaldırır. Osmanlı'nın elbette hataları var, Cumhuriyet'in de hataları var. Osmanlı'nın edebiyatta Farsça'yı kullanması yanlış. 'Harf inkılabı İslam'dan ve Kur'an'dan uzaklaşmak için yapılmıştır.' Osmanlı bizim şerefimizdir. Cumhuriyet'in ilk kurucuları arşivimizi Bulgaristan'a sattı. Şapka devriminden sonra mezar taşlarındaki sarıklar, fesler yıkıldı. 1946 yılında demokratik nizama geçtik. Köy Enstitüleri'nin kapatılması gayet isabetli olmuştur. Milletimizin dili öztürkçe değildir. Çocuklarımızı öztürkçeye mahkum etmek irticadır." (SkyTürk360'da ekranlara gelen Karakutu programı)

KÜLTÜRÜMÜZÜN ALDIĞI İKİ BÜYÜK DARBE: HARF İNKILABI VE DİL DEVRİMİ

Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan:

Kültürümüzün iki büyük darbe aldığını hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Harf inkılabı ve dil devrimi. Zihnimiz daraltıldı, ifade imkanlarımız kısıtlandı! Çünkü kelimelerimizi kaybettik! Cumhuriyete geçtiğimizde aydınlarımızın kullandığı sözlüklerin en azı 30 bin kelimelikti. Dil Kurumu’nun 1945’te yayınlanan ilk sözlüğünde 20 bin kelime bile yoktu! Ki bu kelimelerin neredeyse yarısı yeni uydurulmuş kelimelerdi, kullanım değeri belirsizdi veya yoktu. Müthiş bir tasfiye ile (‘soykırım’ bile diyebiliriz) karşı karşıyaydık. Bunun ciddi sonuçları oldu. Günlük dilde daralma en görünür kısmı bu halin. Günlük dilde kullandığımız kelimelerle turistlerle anlaşabiliriz, fakat oturup doğru dürüst konuşamaz, sohbet edemeyiz. Dil yanlışları günlük gazetelerde, televizyonlarda ve radyolarda almış başını gidiyor. Sosyal medya denilen ve kuş dili konuşulan mecrayı hiç kaale almadan söylüyorum bunu. Silkinmemiz, kendimize gelmemiz lâzım.

AMAÇ İSLAM MEDENİYETİNDEN ÇIKMAKTI

Mustafa Armağan:

“Harf inkılabı tek başına bir inkılap olsaydı belki 84 yıldır öğretilmeye çalışılan gerekçelere inanabilirdik. Ama 1924 yılından beri Hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, liselerden Arapça ve Farsça’nın kaldırılması, Medeni Hukuk’un İşviçre’den getirilmesi gibi pek çok değişiklikliği düşündüğümüzde bir sürpriz değildi. Cumhuriyetin mantığının bizi götürmek istediği yerin bir göstergesi. Bir İslam medeniyetinden çıkarıp bir garp, yani Batı medeniyetine transfer etmenin yöntemlerinden bir tanesiydi. Biz bunu böyle görmezsek laf meselesi arasında kayboluruz. Bunu açılıkla söylemelerini beklerdik. "Biz İslam medeniyetinden uzaklaşmak istiyoruz. Batı medeniyetine gitmek istiyoruz" diyemedikleri için böyle konuşuyorlar.”

İSRAİL İKİ BİN YILLIK ALFABESİNE GERİ DÖNDÜ BİZ İSE…

“20. yüzyılda iki ülke harf inkilabı yapıyor. Bunlardan biri İsrail, birisi de Türkiye’dir. Biz 900 yıllık geleneğimizi bırakıp bizi geri götürüyor diye Batı medeniyetini kullandığı Latin Alfabesi’ni alıyoruz. 1948’de israil bütün vatandaşları Latin Alfabesi’ni bilmesine ve Batı dillerini konuşup yazmalarına rağmen Latin Alfabesi’ne değil de israil’in 2000 yıl önceki İbranice Afabesi’ni diriltiler. İsrail böyle İsrail oldu. Yediğimiz domatesten tutun da F16’ların yazılımların yapıldığı ülke olduğunu düşünürsek alfabe onları geri değil ileri götürmüştü. Alfabeninin bir milleti ileri veya geri götürmesi gibi bir durumu yok. Çin, Japonya ve uzak doğu ülkeleri medeni olabildiler. Latin Alfabesi ile biz 84 yılda nereye geldik? İslam medeniyeti 11. ve 12. yüyılda nasıl dünya medeniyeti oldu. Demek ki alfabenin tek başına bir ülkeyi medeni yapması gibi bir ihtimal yok. O yüzden Harf İnkılabı bu ülkenin kültürüne vurulmuş en büyük darbelerden bir tanesidir. Kültürümüz inançlarımız ve değerlermiz üzerinde çok büyük bir tahribat yapılmıştır."

Kaynak: Harf Devriminin amacı İslam'dan uzaklaşmak


Dilimizi Dilim Dilim ettiler… Güneş Dil Teorisi Saçmalığına giden süreç

M. Kemal Atatürk 1928 yılında yaptığı harf devriminden sonra, bu devrimin güçlenmesi ve köksalması için kültür hareketi başlatıyor. Bu hareket doğrultusunda Arap ve Fars kelimeleriyle ilgimiz kesilmek isteniyor. Bu tasfiyecilikle Cumhuriyet Türkçesinin içinde yer alan Arapça ve Farsça asıllı bütün kelimeler aforoz edilerek, yerlerine öz Türkçe olduğu iddia edilen yeni karşılıklar bulunuyor. M. Kemal Türkçe asıllı olmadığı için “şey” kelimesini bile kullanmak istemeyen bir aşırılıkla hareket ediyor ve bu anlayış haliyle dili bir çıkmaza sokuyor. M. Kemal’in en yakınlarından Falih Rıfkı, “Çankaya” isimli kitabında M. Kemal’in kendisine şunları söylediğini yazıyor:

“Dili bir çıkmaza saplamışızdır. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız.”[1]

Yani, M. Kemal açıkça yanlış yaptığını, hatalı olduğunu itiraf ediyor.

M. Kemal 1934 tarihinde başka bir emir veriyor… Ancak bu emrini vermeden önceki mesajına bir bakalım ve dilimizi nasıl tahrif ettiklerini görelim:

“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu Kutlularım” (Imza): Gazi Mustafa Kemal.***

Saçmalığın boyutunu anlayabilmek için iki örnek daha verelim:

Mülkiyenin Kuruluş Yıldönümü dolayısile gönderilen yazıdan bir kesit (11 Aralık 1935)

“…işte bu intibaı kendi kafamda ve vicdanımda duyduktan sonradır ki telefonunuzun birinci satırının sonundaki dalgınlık aydınlandı. Ben büyük Ismet Inönünün karşısında bulunmakla mutlandığı göreyden, manen değilse de maddeten uzak bulunmuş olmaktan teessür duymadığımı söyleyemem. Ancak şununla müteselliyim ki senin, hakikati, asaleti, millet ve devlet için gönülleri ateşlileri benim kadar ve belki benden daha parlak görür olduğunu bidiğimdir. (…)”[2]***

Bir misal daha… 4 Ekim 1934 tarihli CHP’nin yayın organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Gazetesi’nde yayınlanan bir habere bakalım. Haberde M. Kemal ve misafirinin bir ziyafette yaptıkları konuşmalara yer veriliyor. Hangisi daha anlaşılır diye sorulacak olsa, şüphesiz “yabancı” konuğun konuşması daha anlaşılır cevabı gelecektir:

Isveç Kralı ve Türkiye-Isveç Ilişkileri Hakkında Konuşma 3 Ekim 1934

M. Kemal tarafından memleketimizi ziyarete gelen Isveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette söylenmiştir:

“Altes Ruayâl,

Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.

Isveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.

Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.

Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.

Altes Ruayâl,

Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.

Ünlü babanız, yüksek kralınız beşinci Güstav’ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruvayâl, prenses Louise, sevimli kızınız Altes Prenses Ingrid’in esenliğine, tüzün Isveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum.”[3]***

Bu da Isveç Veliahtın söylediği nutuk:

“Reis Hazretleri!.. Haşmetlû Isveç Kralı Hazretleriyle ailem ve şahsım hakkındaki çok dostane sözlerinizden pek ziyade mütehassis olduğum halde Prenseslerle birlikte Türkiye’yi ilk defa olarak ziyaretimizden fevkalade memnun ve mahzuz olduğumuzu Zat-ı Devletlerine temin etmek isterim. Bize karşı gösterilmiş olan güzel kabul, bizde çok kıymetli bir hatıra bırakacaktır. Hatırası Isveç’te hala canlı olan tarihi hadiseler vaktiyle milletlerimizi birleştirmiştir.

Şu halde terakkisi Zat-ı Devletlerinin münevver ve şeciane idareleri altında bahir bir surette göze çarpan genç Türkiye cumhuriyetinin doğmasının, kuvvet bulmasının memleketimizde çok hususi bir alâka ve teveccühle takip edilmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Birbirlerinden uzak mıntıkada ve yekdiğerinden tamamiyle farklı şartlara tabi bulunan memleketlerimiz, aynı gayeyi, fikri ve iktisadi memba ve servetlerimizin inkişafını mümkün kılacak yegane çare olan sulhun istikrarı gayesini takip ediyorlar. Bu gaye edildiği ve dünyada itimat hüküm sürmeğe başladığı takdirde milletlerimiz arasında daha normal münasebata rücu ümidi hasıl olabilecektir. Türkiye ve Isveç, her ikisinin de muhtaç olduğu mütekabiliyet esasına müstenit ticari münasebetleri de bundan müstefit olacaklardır. Kadehimi, yeni Türkiye’nin Büyük Gazisi Zat-ı Devletlerinin sıhhatine ve asil, kahraman Türk milletinin saadet ve refahına kaldırır ve içerim.”

Gördüğünüz gibi M. Kemal’in konuşması, tam bir rezalet…

M. Kemal’in dostu Falih Rıfkı Atay anlatıyor: “Atatürk denemeden yılmayan ve denemenin ara sıra gülünç de olsa, bütün külfetlerine katlanan gözü pek bir devrimci idi. ‘Türkçe’nin öz gücü nedir, anlayalım’ dedi ve hepimizi hiçbir yabancı söz kullanmadan yazmaya ve konuşmaya davet etti. O günlerde beş on satır yazabilmek için yemek masası etrafında dört döndüğümü hatırlarım. Yunus Nadi daha kolayını bulmuştu: Osmanlıca yazıyor, içeride Tarama dergisinden öztürkçeye çevirtiyordu. Ertesi gün kendi yazdıklarını kendi anlamıyordu.

Bir akşam da, Şükrü Kaya’ya öz Türkçe bir nutuk söyletti. Şükrü Kaya, kekeledi durdu:‘Iç Işleri Bakanı’mız, Orta Asya’dan gelip de derdini anlatamayan birine benziyor. Demekten kendimi alamadım.”[4]

Nihayet bu saçmalıkların farkına varılıyor ve 1934 yılında Saffet Arıkan’ın teklifiyle “Osmanlıcadan Türkçeye-Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzları” formülü deneniyor… Bu devrede M. Kemal; “Ismet Paşa’yı gördüm. Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık, bu kadar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık” diyerek bu konuda da hata yaptıklarını itiraf ediyor. Bir devlet reisinin bu kadar hata yapma lüksü var mıdır? Milletin dili deneme tahtası mıdır diye ciddi ciddi sormak gerek aslında.***

Güneş Dil Teorisi

Dilin arıtılarak zenginleştirilmesi için ortaya çıkan dil reformunun bu yaklaşımı dilin kısırlaşmasıyla sonuçlanıyor. M. Kemal bu işin yürümeyeceğini anlıyor ve bunca tahrifattan sonra “dilsiz” kalmamak için son bir kurtuluş çaresi olarak gördüğü “Güneş dil teorisi”ni 24 Ağustos 1936’da şapkasından çıkarıyor.

Teori özetle şöyle;

“Madem ki Türk dili dünyanın temel dillerinden birisidir. Dünya dilllerindeki birçok kelime bu teoriye göre Türkçe’den çıkmıştır. O halde bizim dilimizin içerisinde kullanılan ve yabancı asıllı olduğu iddia edilen kelimeleri sözlükten atmamıza gerek yok. Onlar da dilde kullanılsın, fakat bu kelimelerin aslının Türkçe olduğunu ispatlamak lazım.”

Tabii Türkçe dışında kelimelerin kullanılmasının mecburi oluşu, aynı zamanda Türkçe’nin yetersizliğinin de delilidir… Bu da bir nevi aşağılık kompleksine sebep oluyor. Bu yüzden “kullandığımız yabancı kelimeler aslında Türkçe’dir” tezini, daha doğrusu saçmalığını ortaya atıyor.

Durum o hale geldi ki, M. Kemal “tcyb” (sinüs) ve “teceyb”in (kosinüs) Türkçe karşılıklarının bulunması için 29 Mart 1937 tarihli Ulus gazetesine ilan verdirerek bir yarışma dahi açtırıyor.[5] Saçmalamanın sonu yok nasıl olsa.***

Güneş Dil Teorisi saçmalıklarından sadece birkaçı (Kalp krizi geçirenler olursa, sorumluluk kabul etmiyorum) :– Ünlü filozof Aristoteles (Aristo) hakkında; “Ali ustadan” geliyormuş.***

– “Niagara şelalesinin” ismini alış hikayesi çok ilginçtir. Bering boğazı yoluyla Amerika kıtasına geçen Türkler (sonradan Kızılderili olarak adlandırılacaklardır) kıtayı keşfe başlarlar. Bir müddet ilerledikten sonra önlerine korkunç gürültüler çıkaran bir şelale çıkar. Bu durumdan çok etkilenen Türkler “ne yaygara! ne yaygara!” derler. Zamanla “ne yaygara” yerini Niagara’ya bırakır.[6]***

– Kültür kelimesi için; “`Keltirmek´ mastarının kökünden kurulmuş olduğundan ana kaynağı Türkçe görünür” diye saçmalamış.***

– “Amazon Nehri” ile ilgili: Kıta keşfine devam eden Türk boyları Güney Amerika’ya kadar gelmişlerdir. Burda ucu bucağı olmayan bir nehir görürler ve tüm çabalara rağmen sonunu bir türlü bulamazlar. Hayretler içinde kalıp “amma uzun!” demişler. Zamanla bu “amma uzun”, “Amazon”a dönüşmüştür.[7]

Böyle ilim olur mu??***

Zaten Falih Rıfkı Atay’da kelime “uydurulduğunu” itiraf ediyor… Örneğin “Genel” kelimesinin uydurulmuş olduğunu açıkça yazıyor.[8]

Bu konuda bir örnek olarak aslı Arapça olan “hüküm” kelimesinin nasıl Türkçeleştirildiğini reform çalışmalarına katılan Falih Rıfkı Atay’dan dinleyelim:

“Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmıştık. Sağımda Naim Hazim Hoca, solumda Yusuf Ziya. Sıra “hüküm” kelimesinde. “Bir karşılığı yoksa alıkoyalım” dedim. Naim Hoca’da, Yusuf Ziya da “Olamaz” dediler… Hayli tartıştık. Toplantıdan sonra Asya Türk lehçelerini pek iyi bilen Prof. Abdulkadir Inan bana gelerek: “Hiç üzülmeyin, “hüküm” kelimesini yarın Türkçe yaparız Falih Bey” dedi. Ve ertesi gün usulca elime bir pusula verdi. Radloff’a göre bazı Türkçe lehçelerinde “ök” akıl demekmiş, “ük” şekline girdiğini gösteren örnekler de kağıtta yazılı idi. Bir uzak lehçede “um”, “üm”le isim yapıldığı üzerine de bilgi edinmiştim. Alt tarafı kolaydı: ük, üküm kullanıla kullanıla “hüküm” olmuştu. Toplantıda “Hüküm Türkçedir” dedim ve sabahleyin öğrendiklerimi sayıp döktüm. Iki hoca da susa kalmışlardı. “Uydurma” demeyeyim de “yakıştırmacılık” ilminin temelini atmıştık.”[9]

Sonuç olarak gelinen aşamayı ifade etmesi açısından Yunus Nadi’nin ifadeleri dönemin genel özelliğini özet biçiminde açıklar mahiyettedir:

“Gazi gayet tılsımlı bir anahtar buldu. Öyle bir anahtar ki en yabancı sandığımız kelimeler bile Türkçe oluveriyor.”[10]

M. Kemal Atatürk ve avenesinin yaptığı dil tahribatı hakkına Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya şunları söylüyor:

Türkçeyi yüzde 80 Türkçeleştirdik diye övünen kişiler aslında dili yüzde 80 fakirleştirmişlerdir. Kullanılan kelimeleri bu Arapça, bu Farsça, bu Fransızca, bu ingilizce, bu Grekçe diyerek dilde kullanılan kelimeleri atmışlar. Bin yıldan beri kullandığın kelimeler gitmiş yerine halkın bilmediği anlamadığı uydurmaları gelmiş. Sözlükler bir dilin hazinesidir. Siz hazineyi boşaltıyorsunuz.

1979 yılında Mustafayev ve Şerbinin Türkçe-Rusça Sözlük yayımladılar. Kelime kadrosu kaç biliyor musunuz: 47.300. Yani Türkiye’de yayımlanan Türkçe Sözlük 26.000 kelime, Rusya’da yayımlanan Türkçe Sözlük 47.300 kelime. (…) Gönül kelimesi için Mustafayev’de 45 örnek var. Türkçe Sözlük’te ise 3 örnek var.

Türk dili üzerinde çalışma yapan Türk araştırmacıların verilerine göre neredeyse Türkçe’nin yarısı yabancı sözcüklerden oluşmaktadır. Bu araştırmacılar arasında önemli bir isim olan Ömer Asım Aksoy’a göre Türkçenin %52.66 sı sadece köken itibariyle Türkçe kelimelerden oluşuyor.[11]

Şu anda (1996) Ingiliz sözlüğünde en az 400.000 (dörtyüzbin) kelime varken, Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı “Türkçe Sözlük”, aşağı yukarı 40.000 (kırkbin) kelime ihtiva etmektedir. Yani, Ingilizce’nin ondabiri kadar bir Türkçe… Oysa Şemseddin Sami Efendi’nin “Kamus-u Türki”sinde (Türkçe Sözlüğünde), tam 1.000.000 (evet, tam bir milyon) kelime mevcuttur. Yani, Ingilizce’nin tam ikibuçuk katı kelime.[12]

Sosyologların tesbitlerine göre, zengin bir dil, cemiyetlerin büyük kültür ve medeniyetlere ulaşmasını sağlamakla kalmamakta, güçlü bir tefekküre ve edebiyata da zemin olmaktadır.

Kelime hazinesi daraltılmış bir nesil, bırakın yepyeni bir tefekküre ve estetik dehaya ulaşmayı, kendinden önce hazırlanmış eserleri bile anlayamaz. Böyle nesiller, yabancı “ideolojiler”den kaynaklanmış ve ezberletilmiş “sloganların” esaretine kolayca giriverirler (kemalistler gibi)… Nitekim girilmiştir de.



11 Mart 1933 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan dil anketi

***

Konuyla alakalı son sözü Prof. Dr. Mehmet Kaplan söylesin istedik:

“Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük ehemmiyet vermek gerekir.

Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani “millet” haline getirir.

Dilini bilmediğimiz bir ülkede, etrafımızda milyonlarca insan kaynaşsa da kendimizi “yalnız” hissederiz. Fert, konuştuğu dili hazır bulur. Dil, ferde cemiyetin bağışladığı en büyük miras ve donatımdır. Ana, baba, çevre, okul, çocuğa dil vasıtasıyle cemiyetin asırlar boyunca biriktirdiği hayat tecrübesini ve kültürü de aktarır.

Biz dili, kelime kelime değil, cümle cümle öğreniriz. Kelimeleri alfabe sırasına dizen sözlükler, onları canlı muhitlerinden çıkarır. Dil, konuşulan ve yazılan “cümleler” den ibarettir. Cümleler ise bir duygu ve düşünceyi ifade eder. Gerçek dil hakkında bir fikir edinmek için sözlüklere değil, konuşmaya veya yazılı metinlere bakmak lazımdır. Türkçeye binlerce yıldan beri giren yabancı kelimeleri çıkarmağa kalkanlar bu vakıayı göz önünde bulundurmadıkları için, kelimeye cümleyi, yani duygu ve düşünceyi feda etmişlerdir. Aşağıdaki deyim ve atasözlerine bakınız:

“Akıl almak”, “akıl almamak”, “akıl dağıtmak”, “akıl defteri”, “akıl dışı”, “akıl erdirememek”, “akıl hocası”, “akıl işletmek”, “akıl karı”, “akıl kesmek”, “akıl kumkuması”, “akıl öğretmek”, “akıl satmak”, “akıl sır ermez”, “akıl vermek”, “akılda bulundurmak”, “akıldan çıkmamak”, “akılla ölçmek”, “akıllara durgunluk vermek”, “akıllı düşman.”

Akıl kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama bu yirmi kadar deyimi Türkler vücuda getirmişlerdir. Türkiye’de onları bilmeyen bir Türk tasavvur edilemez.

Şimdi “akıl” kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, “Türkçedir” diye ölü “us” kelimesini diriltmeğe çalışarak, yirmiden fazla canlı deyimi yok etmek “akıl kârı” mıdır? Ve böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Türkçede, konuşma ve yazı dilinde “akıl” kelimesinin kullanıldığı kim bilir kaç bin, kaç yüz bin cümle vardır? “Us” kelimesini kabul edersek onların hepsini “us”a çevirmemiz gerekecek. Türk milleti bundan zarar mı edecek, kâr mı edecek? (…)

Yunus Emre, Aşık Paşa, Baki, Nedim, Nefi, Şeyh Galib, Türk kültürü içinde doğmuş, yaşamış, eser vermiş şahsiyetlerdir. Onlar eserlerini “Osmanlıca” denilen dil ile vücuda getirmişlerdir. Daha doğrusu eserleriyle Osmanlıca denilen zengin ve ince “kültür dili” ni cümle cümle, beyit beyit onlar yaratmışlardır.

Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, bu eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için, bu dili bilmek zorundadır. Yabancı kültürlerden istifade etmek için yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyle bunca emek ve para harcarken, kendi milli kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeği mazur göstermek bir hayli güçtür. Bunun adına gaflet, cehalet ve dalâlet derler.”[13]**********

KAYNAKLAR:

[1] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya yayınları, cild 2, sayfa 452.

[2] Ulus Gazetesi, 12 Aralık 1935.

Ayrıca bakınız; Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, cild 4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, sayfa 651.

[3] Ayın Tarihi, 1934, No: II, sayfa 22, 23.

[4] Falih Rıfkı Atay, Atatürk ve Özleştirme, Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966.

[5] Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, Ankara Üniversitesi’nin 60. Kuruluş Yılı Armağanı: Atatürk ve Türk dili ve edebiyatı, Türk eğitimi ve Türk kültürü konusunda seçme yazılar, sayfa 34.

[6] Maydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Güneş Dil Teorisi maddesi.

[7] Maydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Güneş Dil Teorisi maddesi.

[8] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya Yayınları, cild 2, sayfa 453.

[9] Falih Rıfkı Atay, “Hüküm Nasıl Kurtuldu?”, Dünya, 16 Mayıs 1965.

[10] Ismail Habib Sevük, Dil Davamız, Istanbul 1949, sayfa 29.

Aktaran: Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, 6. Baskı, Istanbul 2011, sayfa 340.

[11] Ö. A. Aksoy, Gelişen Özleşen Dilimiz, Türk Dil Kurumu 1975.

[12] Seyyid Ahmet Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler, Burak Yayınevi, Istanbul 1996.

[13] Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 732, Ankara 1987, sayfa 9 ve devamı.



http://belgelerlegercektarih.com/2012/08/30/ataturkun-gunes-dil-teorisi-kalp-krizi-gecirenler-olursa-sorumluluk-kabul-etmiyorum/

İsmet İnönü Milli Harekata Zorla götürülmüştür






Yenibahçeli Şükrü Bey’in ağzından Ismet Inönü gerçeği*

[1] no’lu dipnotta bahsi geçen ve Milliyet gazetesinde yer alan beyanat***

Milliyet gazetesi, 30 Mayıs 1952 tarihli nüshasında “Yenibahçeli Şükrünün Inönüye ikinci cevabı” manşetiyle, Türkiye Birinci Büyük Millet Meclisi azasından ve Milli Mücadelenin tanınmış ve kahraman kumandanlarından Yenibahçeli Şükrü Oğuz’un verdiği bir beyanatı okurlarıyla paylaşmıştı.

Söz konusu beyanatın bizi ilgilendiren kısmı şöyle:

“Rusyaya gittiği zaman Inönünü Leningrat’da din aleyhtarı bir müzeyi gezdirmişler. Derhal yanındakilere dönerek memlekete gidince biz de böyle bir müze yapalım ve halkı dinden soğutmak çarelerine bakalım, demiştir. Nitekim vicdanlara bile baskı yapan Inönü, Halkın Allahüekber demesine müsaade eden Başbakan Adnan Menderese Ulus gazetesinde Müslüman Başbakan diye alay etmek küçüklüğünü göstermişlerdir.”[1]



[2] no’lu dipnotta bahsi geçen ve Milliyet gazetesinde yer alan beyanat***

Daha önce de Şükrü Bey’in yine Milliyet gazetesinde bir beyanatı yayınlanmıştı. Yenibahçeli Şükrü Bey bu beyanatında Ismet Inönü hakkında şunları söylüyor:

“- Benim bildiğim Ismet Inönü Filistin cephesinde kolordusunu bırakarak o tarihte emir subayı eniştesi Şamlı Abdürrezakla birlikte kaçmışlardır. Harekatı Milliyeye (Kurtuluş Savaşı’na) zorla götürülmüş olduğu da herkesin malumudur. Inönü harbinde de tekrar ordusunu perişan ve darma dağınık bir vaziyette terkederek kaçmağa teşebbüs etmiş kumandandır.”[2]

Samet Ağaoğlu’nun kitabında da Yenibahçeli Şükrü Bey’in, Ismet Inönü’yü zorla Istanbul’dan Ankara’ya kaçırdığına dair bir rivayete temas edilir.[3]***

NOT: Halkın “Allahu Ekber” demesini yasaklayan M. Kemal Atatürk idi… Bu konuda tafsilat için şu yazılarımıza bakılabilir:

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/27/ataturkun-yasakladigi-ezan-i-muhammediyi-adnan-menderes-serbest-birakti/***

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/04/25/ezani-aslindan-m-kemal-ataturk-uzaklastirmadi-yalani/***

http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/27/ataturkun-yasakladigi-ezan-i-muhammediyi-adnan-menderes-serbest-birakti/ **********

KAYNAKLAR:

[1] Milliyet Gazetesi, 30 Mayıs 1952.

[2] Milliyet Gazetesi, 17 Mayıs 1952.

[3] Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, Iletişim Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 119.**********

http://belgelerlegercektarih.com/2013/07/07/yenibahceli-sukru-beyin-agzindan-ismet-inonu-gercegi/

19 Ekim 2019 Cumartesi

Cola içenlerde daha çok görülen 12 hastalık










İşte kolanın verdiği en büyük 12 zarar

Günümüzde Türkiye’de Milyonlarca ve dünya genelinde Milyarlarca insanın içtiği Cola bir çok kişide bağımlılık yapıyor. Ülkemizde de yoğun olarak tüketilen Colanın zararları hakkında bilginiz var mı? İşte colanın verdiği zararlar.


Birçok kaynaklarda geçtiği gibi daha öncesinde doğurganlığı önlemek için kısırlık ilacı olarak eczanelerde satılarak başlanan ve daha sonra içecek haline getirilen Coca Cola'nın benzer iddialarla bir çok benzer haberler bulunmaktadır.


İçenlerin tadından hoşlandığı gazlı içecekler aslında birçok hastalığa davetiye çıkarıyor.


Ünlü yazar Karen Hill, 'Yeteeerr! Artık Diyet Yapmak İstemiyorum' adlı kitabında bu içeceklerin neden olduğu 12 hastalığı anlattı.


Karen Hill, insanların kolaya olan düşkünlüğüne değinerek, 'Türkiye'de adeta bir kola bağımlılığı var' dedi.


Bazıları Günde bir-iki litreyi geçiyor adeta su yerine kola tüketiyoruz.


Öncelikle kola korkunç bir bağımlılık oluşturan içecektir. Uyuşturucuyu bırakmak kadar zahmetlidir.


İnsanların kolayı bırakmakta çok güçlük çektiğine değinen Hill, Bırakmaya karar verdikleri ilk gün korkunç migren ağrıları, titremeler, asabilik ve uykusuzluk yaşıyorlar.


Fakat iki günü atlattıktan sonra bomba gibi oluyorlar.


İşte bırakmanız için en önemli 12 hastalığa sebep...


1- Fazla kilo ve yağlanma


2- Karaciğer hasarı


3- Diş çürümesi


4- Böbrek taşları ve Kronik böbrek hastalığı


5- Asit reflü


6- Kemik erimesi


7- Hipertansiyon


8- Kalp hastalığı


9- Sindirim bozukluğu


10- Alzheimer (hafıza kaybı)


11- Kanser


12- Şeker Hastalığı


https://www.yeniakit.com.tr/haber/iste-kolanin-verdigi-en-buyuk-12-zarar-213292.html





Colanın Zararları, yemeklerin yanında ve yaz mevsiminde serinlik vermesi için tüketilen cola sağlık aşısından faydalı bir içecek değildir. Colanın içerisinde bulunan asit kişilerin ilk önce ferahlamasına neden olsa da kısa süre sonra tekrar yanma hissi verecektir. İçerisinde kafein bulunan cola kişiler bağımlılık yapıyor ve sürekli tüketme hissi veriyor.


Colayı pek çoğumuz su gibi içmektedir ve hatta su niyetine içmektedir. Colanın ana maddesi her ne kadar su olsa da suyun dışında pek çok farklı madde de bulunmaktadır. Hatta colanın içerisinde yer alan bazı maddeler kişilerin erken yaşlanmasına, obeziteye, kalp hastalıklarına ve osteporoz hastalığına yol aşıyor.


Colanın satışı günümüzde her ülkede yapılmakta ve en çok satılan içecekler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Oldukça beğenilen ve rağbet gören cola, kişilerin hızlı bir şekilde kilo almasına da neden olmaktadır. kilo osrunu da pek hastalığın başlangıcı olarak görülmektedir.


Colanın Zararları



Colanın fazla tüketilmesi öncelikle dişlerin çürümesine neden oluyor. Bu içeceğin içerisinde fazla miktarda şeker bulunmaktadır. Şeker de dişlerin çürümesine neden olan en büyük faktörlerden bir tanesidir. Çok fazla cola tüketimi zamanla dişlerin aşınmasına ve çürümesine neden oluyor. Cola içerken diş sağlığını korumak için yapılması gereken bazı hususlar vardır. Bunlardan birincisi colayı içtikten sonra kişilerin dişlerini fırçalaması gerekir.



Eğer böyle bir şey mümkün değilse her seferinde ağzın su ile çalkalanması gerekir.



Hamilelik döneminde anne adaylarının cola içmemeleri önerilir. Bu bebeğin ve annenin sağlığı için daha faydalı olacaktır.



Cola astli ve şekerli bir içecek olduğu için kişilerin hızlı kilo almasına neden oluyor. Yapılan araştırmalar fazla cola tüketen kişilerin diğer kişilere oranla daha fazla kilosu olduğunu açıklamıştır. Bu da colanın gerçekten kilo aldırdığını belirten bir araştırmadır.



Colanın içerisinde bulunan kafein kişilerin colaya dair bağımlısı olmasına neden oluyor. Bağımlılık yapan bu içecek kişileri colaya karşı duyarlı yapıyor ve çok tüketme hissi uyandırıyor.



Gün içerisinde bir bardaktan fazla içilen cola aşırı kalori alımına yol açıyor. Alınan kalorilerin yakılmaması halinde kişilerin hızlı kilo almaları kaçınılmaz olacaktır.



Colanın içerisinde bol miktarda folik asit bulunuyor ve folik asitte kemik hastalıklarına yol açıyor. Zamanlar kişiler kemik erimesine nende olan cola kemiklerin aşınmasına da neden oluyor.



Çok miktarda cola tüketmek kişiler böbrek hastalıklarına neden oluyor. Zamanla böbrek taşı oluşmasına neden olan cola iç salgı bezlerine de zarar veriyor.



Cola kişilerde astım hastalığına yol açıyor. Bu da kolanın içerisinde bulunan benzonat adı verilen madde sayesinde gerçekleşiyor. Bu madde kolanın raf ömrünü uzatmak için kullanılan bir maddedir. Özellikle uzmanlar astım hastası olan kişilere kola içmeyi yasaklıyor. Hatta asitli olan tüm içecekler onların sağlıkları açısından son derece zararlıdır.



Küçük çocukların da severek tükettikleri kola onların sağlığını tehdit ediyor ve kemiklerinin güçlenmesini engelliyor. Özellikle 5 yaşının altında olan çocuklara cola vermek onların gelişimini kötü yönde etkileyeceği için verilmemesi öneriliyor.

Colanın Zararları Hakkında Bize Sıkça Sorulan Sorular

Cola Neden Yapılır?


Cola sıcak günlerde en fazla tercih edilen içecekler arasındadır. Colanın içeriğindeki ürünler aslında ambalajının üzerinde yazar. Colanın yapıldığı hammaddelerin en önemlisi ve yaklaşık % 85'ini oluşturan sudur. Diğerleri ise fruktoz glikoz şurubu ya da şeker, renklendirici olarak karamel, karbondioksit, asitliği düzenlemek için fosforik asit, kafein ve doğal doğal aroma vericiler olarak sayılabilir. Cola üreticisi satışa sunulan colanın içindekilerine özel bir itina gösterirler. Çünkü hangi ülkede üretilirse üretilsin her zaman aynı lezzeti yakalamak cola için önemlidir. Bu yüzden su dahil tüm malzemelerin elde edilmesine ve hazırlanışına dikkat edilir. İçinde şeker eritilen su filtrelerden geçirilerek pastörize edilir. Yeniden filtre edilerek soğutulur ve şeker şurubu elde edilir. Bu özel tanklarda cola konsantresi ile karıştırılarak, filtre edilen suyla buluşturularak final şurubu oluşturulur. Bunun içine karbondioksit ve su konarak cola doluma hazır hale getirilir. Laboratuvarlarda mikrobiyolojik inceleme ve testlerden geçirilerek el değmeden hijyenik ambalajlarına konularak satışa sunulur. İşte severek içtiğimiz bu içeceğin içindekiler bunlardan ibaret.


https://www.zararlar.com/colanin-zararlari.html



“Coca Cola içince vücudunuzda neler olduğunun farkında mısınız?"



1. İlk 10 dakikada: Kanınıza hemen 10 çay kaşığı kadar şeker girer. Bu normal günlük dozun 100 katı kadardır. Bulantınızın olmamasının nedeni içinde bulunan ‘fosforik asiddir’.



2. İlk 20 dakikada: Kan şekeriniz aşırı şekilde yükselir. Bunun sonucu pankreasınızda aşırı derecede insülin salgılanır ve kan şekerinin fazlası karaciğerde yağ olarak depolanmaya başlar.



3. 40 dakika içinde: Kafeinin tamamı dolaşıma girmiş olur. Kan basıncı yükselir, karaciğerden daha fazla şeker yapılarak kana geçer ve kan şekeri tekrar yükselir.



4. 45 dakika içinde: Beyinde dopamin yapımı artar, mutluluk hissi başlar (eroinin etkisine benzer bir etki meydana gelir.)




5. 60 dakika içinde: Ani açlık hissi oluşur.



6. Kolaya ve tatlılara saldırırsınız.



7. Bu kısır döngü devam ettiği süre karaciğer ve göbek yağlanması artar, vücudun tüm hücrelerinde LEPTİN ve İNSÜLİN DİRENCİ gelişir.



8. Şişmanlık Hastalığını başlatmıştır ve bütün dejeneratif hastalıkların nedenidir.



ilgili haberler:



COCA COLA'NIN SIR ÖZÜTÜ



COCA COLA'DAN İSRAİL'E SİLAH YARDIMI!



COCA COLA'DA BU SEFER DE ÇÖP ÇIKTI