30 Kasım 2019 Cumartesi

kreşe bırakılan çocuklar büyüdüğünde anne babasını huzur evine bırakır!





İş için kreşe bırakılan çocukların büyüdüğünde, anne babasını huzur evine bırakması en doğal hakkıdır

Anne:Oğlum beni neden huzurevine bırakıyorsun,

Çocuk:Anne orada sana daha iyi bakarlar ben ilgilenemiyorum,

Anne:Hayır!Orada çok kötü davranıyorlar, sessizce bir köşede otururum ne olursun bırakma oraya,

Çocuk: Anne! Abartıyorsun, hem sen de beni küçükken bakıcıya bırakmıştın...

Çalışan kadınlara çocuklarını kreşe göndermeleri için 650 TL destek verilecekmiş.

O çocuklar büyüyecek, onlar da ana-babalarını huzurevine gönderecek. Böyle iki tur döndürdük mü, ne kreşe gönderecek çocuk, ne de huzurevine gönderecek anne-baba kalacak….

AB FONUYLA AİLE TAHRİBATI 1. PERDE, ANNELER İŞE ÇOCUKLAR KREŞE 2.PERDE ÇOCUKLAR İŞE ANNELER HUZUREVİNE

Aileyi parçalamaya yönelik bir darbe daha hayata geçirildi. ‘Anneler işe çocuklar kreşe’ projesiyle işe giden anneye kreş desteği verilerek anne, çocuktan uzaklaştırılacak ve aile adım adım ortadan kaldırılacak. Bugün annesinin kreşe bıraktığı çocukların yarın annelerini huzurevlerine bırakacağı günler çok da uzak değil! HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Aydın Gök, AB’nin bu fonla kendisinde olduğu gibi Türkiye’deki aile yapısını da dağıtmak istediğine dikkat çekti.

Gün geçmiyor ki aileyi dağıtmaya, parçalamaya yönelik bir uygulama yapılmasın. Her geçen gün aile kurumunun içi boşaltılarak, kadına istihdam açmak iddiasıyla çocuklar annesiz, yuvalar ailesiz bırakılıyor. 6284 sayılı kanun ve İstanbul Sözleşmesi’nin aileye vurduğu darbeler yetmezmiş gibi şimdi de Avrupa Birliği’nin fonlarıyla ‘sigortalı anneler işe çocuklar kreşe’ projesi ile aileye bir darbe daha vurulacak. Annelerin çalışmasının önünü açan bu uygulama ile çocuklar bir kez daha yabancı kişilerin ellerine bırakılacak. Anne şefkati ve sevgisinden mahrum büyüyen çocukların oluşturacağı bir gelecek ne kadar ümit vadedebilir.

1.PERDE ANNELER İŞE ÇOCUKLAR KREŞE

AB’nin fonladığı proje kapsamında anneler evden koparılacak çocuklar ise kreşlerde anne sevgisinden mahrum yetişecek. Sosyal Güvenlik Kurumu’nca ( SGK) yürütülen proje, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) tarafından ortaklaşa finanse ediliyor. Proje kapsamında, sigortalı olarak çalışan annelere ayda 100 avro mali destek verilecek. Böylece, çocuğun bakımı ve eğitimi için yapılan masrafların bir kısmı karşılanacak. Projeye kayıt yaptırılan ilk ay için ise bir defaya mahsus olmak üzere kırtasiye giderleri için ayrıca 100 avro ödenecek. Aylık 100 avro tutarındaki mali destek ödemeleri 24 aya kadar alınabilecek. Çocuk 72 aylık olunca veya ilkokula başladığında mali destek ödemesi sona erecek. Toplam mali destek tutarı kadın başına 2 bin 500 avroyu bulacak.

PEKİ, 2. PERDE ANNELER HUZUREVİNE Mİ OLACAK?

Bu projelerin tahribatı elbette ilk zamanlarda kendini göstermeyecektir. Ancak zamanla bu projelerin aileye, topluma, toplumsal değerlere nasıl darbeler vurduğuna şahit olabiliriz. Annesinden, anne sevgisinden, şefkatinden ayrı yetişecek bir çocukta elbette ‘aile-anne’ mefhumunun bir önemi kalmayacak ve bu çocuklar anneleri yaşlandıklarında kendileri için bir sorumluluk hissetmeyecek. Bugün annesinin kreşe bıraktığı çocuklar yarın annelerini huzurevlerine bırakmaktan geri durmayacak.

BATIDA AİLE MÜESSESİ NEREDEYSE TAMAMEN DAĞILMIŞ DURUMDA

Uygulamayı gazetemize değerlendiren HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Dr. Aydın Gök şöyle konuştu; “Son zamanlarda Avrupa Birliği’nden ülkemizde kadın istihdamını artırma adına karşılıksız fonlara ağırlık verildiğini görüyoruz. Bunu da bizzat resmi ağızlardan bir ihsanmış gibi duyuyoruz. En son Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Avrupa Birliği Delegasyonunun, çocuklarını kreş veya gündüz bakımevine gönderen sigortalı çalışan 10 bin 250 kadına, her ay 650 lira civarında destek sağlayacağını açıkladı. Bakınız eşlerden birinin veya her ikisinin çalışmadığı, işsiz olduğu ailelere yardımda bulunulmuyor. Gaye ekonomik sıkıntı yaşayan ailelere veya çocuklarına yardımcı olmak değildir. Kendilerinde aile müessesi neredeyse tamamen dağılmış durumda. Aile kavramı yozlaşmış, çökmüş durumda. Evlilik oranları ciddi manada azalmış, bunun yanında evlilik dışı doğum oranları % 40’ları geçmiştir. Aile ve sosyal politikalar konusunda tamamen bir çıkmazla karşı karşıya olan Batı, bize yol gösterici olamaz. Ainstein’in dediği gibi ‘Sorunlar, onları üretenlerin mantığı ile çözülemez’”

EVLENMEYİ KOLAYLAŞTIRIP, BOŞANMALARI ZORLAŞTIRALIM

“Ülkemizde de son zamanlarda aile müessesi çatırdıyor.” diye konuşan Gök, “Evlenme oranları azalıyor, boşanma oranları ise giderek artıyor. Eğer doğru bir şeyler yapılacaksa; evlenmeyi kolaylaştırıp, boşanmaları zorlaştıralım. Bu konuda Avrupa Birliği, evlenmek isteyip de maddi imkânsızlıktan evlenemeyen gençlere fonlar ayırsın. Gençleri evliliğe teşvik edelim. Boşanmalara götüren ve boşanmaları kolaylaştıran sebepleri ortadan kaldırmaya çalışalım. Aileden sorumlu bakanlık ise adeta bunun tersini yapmaya çalışıyor. Bariz birkaç örnek vermek gerekirse; milyonlarca gencimiz iş bulamazken ve sırf bu yüzden evlenmeyi erteliyorken, hükümet; Avrupa’nın da maksatlı ısrar ve teşvikleriyle kadın istihdamını artırma derdindedir. Oysa kültürümüzde evin geçimi öncelikle erkeğe veya kocaya aittir. Kadının beyanı esastır. Kadının kocasından şikâyetçi olması durumunda erkeğin kendini savunmasının bir kıymeti yoktur. Delil aranmaz deyip kadının kocası aleyhindeki bir ifadesiyle koca uzaklaştırılma cezası alabilmektedir.” İfadelerini kullandı.

KADINA ŞİDDETİ ÖNLEME ADINA ERKEĞİ,( KOCAYI, BABAYI) İTİBARSIZLAŞTIRMAYA ÇALIŞAN KAMPANYALARI TEŞVİK EDİLİYOR

Bu uygulamaların getirdiği sorunlara dikkat çeken Gök, “Kanunda belirlenmiş evlilik yaşından birkaç gün erken evlilik yapmış gençler cezalandırılıp tecavüzcülerle aynı koğuşa atılıyorlar. Allah’ın emri, peygamberin sünneti, ailelerin onayı ile evlilik akdini yerine getirmiş olan binlerce genç cezaevlerine atılmış, çoluk çocuk on binlerce aile mağdur edilmiştir. Bir yandan evlilik oranları azalıyor, gençler evliliği erteliyor diyoruz. Öte yanda evlenen gençleri cezalandırıyoruz. Kadına şiddeti önleme adına erkeği,( kocayı, babayı) itibarsızlaştırmaya çalışan kampanyaları teşvik ediyor, eşleri birbirlerinin rakibi, düşmanı gösterme çabalarına destek veriyoruz. Eşlerin sudan bahanelerle boşanabildiği, mahkemelerin bir celsede boşanma kararı verdiği bir zamanı yaşıyoruz. Bunda erkeğin boşadığı eşine ömür boyu ödemek zorunda kaldığı nafaka da etkili olmaktadır. Boşanacak kadın; ailesini bir arada tutma, yuvasını dağıtmama, çocuklarının yaşayacağı mağduriyetleri düşünme yerine haksız yere, ömür boyu alacağı nafakayı düşünüp bir çırpıda boşanma kararı verebilmektedir.” dedi.

ANA ŞEFKATİNE MUHTAÇ ÇOCUKLAR KREŞLERE MAHKÛM EDİLMEKTEDİR

Anne şefkatine muhtaç çocukların kreşlere mahkum edildiğine dikkat çeken Gök son olarak şunları söyledi; “İnsanları “haz toplumu” haline getiren kapitalizm; kanaat ve şükür gibi değerleri zayıflatıp, israfı ve lüksü bir ihtiyaçmış gibi alıştırdı, kabul ettirdi. Toplumda, eşlerin ikisi de çalışmadı mı aç kalınır gibi bir düşünce hâkim maalesef. İfsat projelerinin de teşviki ile ihtiyacı olmayan ailelerde de kadının evinden ve çocuklarından uzaklaştırılıp, kadının fıtratına uymayan işlerde çalıştırılması teşvik ediliyor. Ana şefkatine, ana kucağına muhtaç olan bebek ve çocuklar da kreşlere, gündüz bakımevlerine mahkûm edilmektedirler. Biz de diyoruz ki; ciddi bir ihtiyaç olmadığı halde, israf ve lüks yaşam özentisi ile çocuklarından şefkat ve merhameti esirgeyip bu gün için onları kreşlere, bakımevlerine bırakan anne ve babaları üzülerek söyleyelim ki, yarınlarda doğal olarak huzurevleri, yaşlı bakımevleri bekliyor. En acı olanı, sürüyü teslim ettiğimiz bizden olan çobanın, sürüyü bizzat kendisinin kurtlara teslim etmesidir. Sözde muhafazakâr olan sorumlu bakanların aile kurumunu daha da zayıflatıp, kadına şiddeti artırmaktan başka bir sonuç getirmeyen İstanbul sözleşmesi ve 6284 sayılı sözde “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” niyetli kanunların uygulanmasında ısrar etmeleri toplumun hayrına olamaz. Üstelik Sayın Cumhurbaşkanının “Aklıselim, kalbi selim, zevki selim sahibi bireyler yetiştirmeliyiz.” Ve “İstanbul sözleşmesi nas değildir” sözlerine rağmen…”

https://dogruhaber.com.tr/haber/627703-ab-fonuyla-aile-tahribati-1-perde-anneler-ise-cocuklar-krese-2perde-cocuklar-ise-anneler-huzurevine/

Anneler İşe Çocuklar Cinsiyeti Eşitlemeye

Ana kucağı mı Kreş mi Çocuk Hangisini Tercih Eder?

Toplumsal cinsiyet eşitliği projesi ile toplumları bozmayı amaç edinmiş küresel aktörlerin önündeki en büyük engellerden biri sağlam aile yapısıdır.

Ülkemizde “kadın istihdamı” adı altında anneliği ve ev hanımlığını tercih eden kadınlar iş hayatına davet ediliyor. Ülkemizde henüz Batı ülkeleri kadar kadınlar iş hayatında değiller.

Son yıllarda Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından Avrupa Birliği fonlarıyla kadın istihdamını artırma çalışmaları yapılıyor. Fakat ne hikmetse hedef kadınlar değil özellikle küçük çocuğu olan anneler.

Feminist kadın dernekleri ve medya aracılığıyla anneleri çocuklarından koparmak için ev hanımlığı aleyhinde çalışmalar yapılıyor ve para kazanan kadınlara “güçlü kadın” olarak övgüler diziliyor.

Cinsiyet eşitliği adına annelik, ev hanımlığı “bedava hizmetçilik” gibi sözlerle aşağılanarak, kadınlara çalışma baskısı yapılıyor, kadınlar neredeyse zoraki çocuklarından ve yuvalarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor.

“İşsiz annelere kreş-bakıcı desteği” gibi başlıklarla yayınlanıyor haberler. “İşsiz anne” ne demek? Annelik başlı başına kutsal bir iştir. Çocuğunu bakıcıya ya da kreşe bırakıp işe gitmeyen kadınlar işsiz diye aşağılanıyor.

Avrupa Birliği fonlarıyla gelen yardımlar özellikle küçük çocuğu olan kadınları kapsıyor.

Mesela yardım projelerinden biri 0-5 yaş çocuğunu kreşe verme karşılığı yapılıyor, başka bir yardım ise 0-2 yaşında çocuğu olan annelere bakıcı parası olarak yapılıyor.

Önce anneanne ya da babaanne ye verilen yardım paraları ancak diplomalı bakıcı ya da kreş olursa veriliyor artık. Maksat çocuğun bakımı da değil, maksat çocuğun kendine yabancı olan kişiler tarafından yeterince sevgi almadan bakılması.

Bir annenin 0-5 yaşındaki çocuğunun yanında olması çocuğun duygusal gelişimi ve ilerde bağlanma problemi yaşamaması açısından çok önemli.

Hele 0-2 yaş bebeklerin anneye en çok ihtiyacı olduğu, anne sütü aldığı zamandır. Bu dönemde çocuk güvenli bağlanmayı öğrenir, sevgiyi doyasıya hisseder. Pek çok çalışan anne, en az bir yıl olmak üzere bebeklerini bırakmaya kıyamayarak ücretsiz izin alır bu dönemde.

AB nin verdiği rüşvet paralarıyla anneler bebeklerini bırakıp gitmesi için destekleniyor. Anneler işe bebekler hiç tanımadığı yabancıların elinde sevgisizliğe hapsoluyor. Küçükken sağlıklı bir bağ duygusu geliştiremeyen çocuklar şiddete meyilli oluyor. Kadın istihdamı için bebekler kurban edilmiş gibi görünüyor.

Kadın istihdamının gayesi nedir? Avrupa Birliği bizim kadınlarımızın çalışması ile neden bu kadar ilgileniyor? Esas hedef toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında eşcinselliği yaygınlaştırmak. Ne de olsa toplumsal cinsiyet eşitliği hem dine hem aileye hem de topluma yapılacak en büyük kötülük. Bir taşla en az beş kuş öldürebilirsiniz. Artık savaşlar topla tüfekle değil, toplumu bozarak yapılıyor.

Yapılan araştırmalar çalışan annelerin çocuklarının cinsiyet rollerinin zihinlerinde tam oturmadığı için, cinsiyet eşitliği politikalarının çalışan annelerin çocukları tarafından daha kolay benimsediğini gösteriyor. Bu yardımlar bu açıdan bakıldığında da toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının da bir parçası oluyor.

Araştırma sonuçlarına göre annesi ev hanımı olan çocuk ve gençlerin cinsiyet eşitliğinin dayattığı rol karmaşasına karşı durduğu yönünde. Anne şefkatinde ve gözetiminde büyüyen çocuklar doğal cinsiyet rollerine sahip çıkarken, toplumsal cinsiyet eşitliği rollerine daha uzak duruyorlar.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği üzerine ergenlerle yapılan bir araştırma sonucunda konu şöyle anlatılıyor:

“Toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumu, kişinin içinde yaşadığı toplumda aileden başlayarak modellerin gözlenmesi yoluyla edinilmekte ve böylece kadın ve erkekler bu kavramın içindeki normları, sosyalleşme süreci içinde öğrenmektedirler. Annesi “erkeksi” olarak adlandırılan görevleri ve babası ev işi ve çocuk bakımıyla ilgili görevleri üstlenen bireyler geleneksel cinsiyet rollerine daha az maruz kalırlar. Annenin geleneksel roller dışına çıkan tutum ve davranışları ergenlere geleneksel rolleri sorgulama ve bu rollere eleştirel yaklaşma imkanı sağlar. Bu sorgulamanın ergenlerin toplumsal cinsiyet rollerine yönelik geleneksel bakış açısının değişmesinde etkili olduğu düşünülmektedir.” (1)

Bir de anneler çocuklarını bırakıp çalışma hayatından vazgeçmesinler diye çok az kişiyle yapılan fakat sanki sonuçları toplumu kapsıyormuş gibi sunulan dandik araştırma sonuçları var.

Mesela Danone markasının KAGİDER ile yaptırdığı araştırma gibi: “İyi ki annem çalışıyor” başlıklı araştırma sonucu çocuk kandırır gibi anneleri çocuklarını bırakmak için kandırmaya yönelik yorumlarla dolu. Güya çocuklar annelerinin çalışmasından dolayı mutlu oluyorlarmış. Çocuğu için işi bırakan kadınlar bir süre sonra pişman oluyorlarmış… Çocuklar küçükken durumdan memnun olmasalar da büyüyünce anneleri çalıştığı için mutlu oluyorlarmış… Ev işleri çok yorucuymuş, evde duran anneler çocukları ile değil temizlikle ilgileniyorlarmış… Anneler çocuklarını bırakıp işe gidince suçluluk duygusu yaşamamalıymış ki çocuk olumsuz etkilenmesin…mış mış mış…

Kadın, bir anne olarak doğurduğu çocuğuna seve seve bakar, besler, büyütür. İçinde yaşadığı evin temizliği yapar, düzenini sağlar. Ailesine yemek pişirir. Rahim taşıyan kadın, bebeğini beslediği büyüttüğü gibi ailesini de besler, geliştirir, büyütür. Kadın toplumun mimarıdır. Fakat cinsiyet eşitliği savunucuların göre bunlar kadına yük, iş hayatı ise mutluluk getiriyor.

Yine bu araştırma sonucunda açıkladıkları ana hedef şöyle:

“Bu araştırmanın arka planı; çocuk bakım sorumlulukları nedeniyle çalışmayı bırakmış beyaz yakalı kadınları işe dönüş için cesaretlendirecek, halihazırda çalışan anneleri ise iş yaşamında kalmaya teşvik edecek ulusal bir sosyal sorumluluk kampanyası hazırlanıyor olmasıdır.” demişler.

Esas ana hedefin toplumsal cinsiyet eşitliği politikası olduğu da başka bir cümleden anlaşılıyor.

KAGİDER in araştırmasında şöyle yazıyor:

“Annesi çalışmayan çocuklara kıyasla toplumsal cinsiyet eşitliği farkındalığının annesi çalışan çocuklarda daha yüksek olduğu gözlemlenmektedir. Çalışan annelerin çocukları kadın ve erkek eşitliği fikrine daha yatkındırlar. Kadınların her işi yapabileceğini belirtmektedirler. Kızlar ilerde çalışmak istediklerini erkekler de eşlerinin çalışacağını söylemektedir. Kısacası anneler çocuklar için rol model olmaktadır.” (2)

Esas dertleri kadınların istihdamı değil, cinsiyetsiz, sevgisiz ve şiddete meyilli bir nesil yetiştirmek.

Özetle; kadınlar işe çağıranlar, çocukları da cinsiyeti eşitlemeye çağırıyorlar.

Bu paralar neden ev hanımı olan annelere verilmiyor diye şikayet edenler var. Cevap çok basit. Maksat topluma fayda sağlamak değil, toplumu ifsat etmek.

Bugün çocuğunu kreşe verenler, yarın çocukları onları huzurevine götürdüğünde hiç kırılmasınlar. Kadın istihdamı evde yaşlı da istemez.

Gerçekten amaç kadın istihdamını artırmak olsa işe alımlarda bekar ya da boşanmış kadınlara öncelik verilir fakat özellikle küçük çocuğu olan annelerin hedef alınması üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konu.

Ayrıca işsizliğin tavan yaptığı bir dönemde, evine ekmek götüremeyen babaların intihar ettiği bir zamanda evli ve küçük çocuğu olan kadınlar neden ısrarla çalışma hayatına çağrılmakta?

Not: Mecburiyetten dolayı çalışan annelere değil sözümüz fakat ihtiyacı olmadığı halde küçük çocuklarını bırakıp çalışanlar anneler, bir kaç kez daha düşünsünler bu meseleyi.

Sema Maraşlı www.çocukaile.net

Bakıcı yardımı ile ilgili bir haberin linki:

http://www.cocukaile.net/anneler-ise-cocuklar-cinsiyeti-esitlemeye-5/

Kreş eken, huzurevi biçer

19 Kasım 2019 Salı

Türkiye'de 1932-1950 Yılları Arasında 18 Yıl Ezan Türkçe Okundu








CHP zihniyeti tam 18 yıl ezanı Türkçe okuttu

Mütedeyyin kesime şirin gözükmek için türlü riyakarlıklar sergileyen CHP’nin tek parti yönetimi döneminde ezan tam 18 yıl boyunca Türkçe olarak okundu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in ezanı aslına döndürmesini kabul etmeyen CHP despotizmi, Menderes’i idam ederek intikam aldı. Uzmanlar, “CHP’nin şovlarına inanılmaması gerekir” uyarısında bulundu.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Müslüman Türk milletinin ruh köküne düşmanlığının en büyük göstergesi olan Türkçe ezan dayatmasına son verilişinin 68. sene-i devriyesi. Müslümanlara öz yurtlarında üvey evlat muamelesi yapmış olan İsmet İnönü döneminde bir zulüm aracı haline getirilen Türkçe ezan uygulaması tam 18 yıl boyunca bu toprakların insanlarına dayatıldı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin akabinde 16 Haziran 1950 tarihinde Türkçe ezan uygulamasına son verilerek, evrensel okuma biçimine dönüldü. Konu ile ilgili Akit’e konuşan tarihçiler, Menderes’in ezanı aslına çevirmesinin bedelini canıyla ödediğini belirterek, CHP’nin İslam düşmanı bir zihniyetin temsilcisi olduğuna dikkat çektiler.

CHP ZULMÜNÜN GÖSTERGESİ

Tarihçi yazar Süleyman Kocabaş, İnönü, ezanı Arapça okuyanlara 3 ay ceza verilecek kanunu çıkardı. Ezanın Arapça okunması evrensel bir okunma biçimidir. Evrensel mesajdır. Ezan Türkçeleştirilerek birlik beraberlik ruhu bozuldu. Menderes’in asılma nedenlerinden biri de buydu. Yani ezanı aslına döndürmesi. CHP hep İslami değerlere kin kusmuştur. İnce, gitti Hacı Bayram’da namaz kıldı. CHP, hem İslam’ı yok etmek ister. Hem de böyle şovlar yaparlar. Bunların İslam’ı yapmacıktır. Ezanın aslına döndürülmesi CHP zulmünden kurtuluştur.

MENDERES ASLINA ÇEVİRDİ

Tarihçi Ensar Gökhan Dalkıran ise, “30 Ocak 1932'de başlayan Türkçe Ezan uygulaması 1941 yılında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü diktası döneminde Ceza Kanunun 526. Maddesinde yapılan değişiklikle ‘Arapça Ezan’ yasağı getirilmiş ve Müslüman Türk halkı üzerindeki baskı ayyuka çıkmıştır. Evlerinde Arapça Ezan okuduğu tespit edilen insanlar cezalandırılmış tabiri caiz ise Müslüman halkın ensesinde boza pişirilmiştir” dedi. Ezan yasağına Menderes’in son verdiğini hatırlatan Dalkıran, “CHP’nin tek parti diktasını yıkıp, demokratik seçimle iktidara gelen Adnan Menderes ilk iş olarak İsmet İnönü'nün Müslümanlar üzerindeki Arapça Ezan yasağı zulmüne son vermiş ve ezanı asıl hüviyetine kavuşturmuştur” dedi.

EZAN YASAĞI TAM 18 YIL SÜRDÜ

İlk olarak 30 Ocak 1932 tarihinde Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. Tam 18 yıl boyunca devam eden ve İsmet İnönü döneminde bir zulüm aracına dönüşen Türkçe ezan dayatması 1950 yılının Haziran ayında Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesi ile son buldu. Demokrat Parti, hazırladığı kanun ile dayatılan Türkçe ezanı değil, uygulamadaki Arapça ezan yasağını kaldırdı. Böylece isteyen istediği dilde ezanı okuyabilecekti ancak 65 yıldır Türkiye’deki Müslümanların tek tercihi, tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi ezan-ı Muhammedî’nin asli dili olan Arapça oldu.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/chp-zihniyeti-tam-18-yil-ezani-turkce-okuttu-481377.html




"Rasulullah (salat ve selam olsun) ezan okunup okunmadığını dinlerdi

Eğer ezan sesi işitirse baskından vazgeçer, ezan sesi işitmese baskını yapardı"

Müslim 382/9

Bir beldenin Müslüman olup olmadığı, okunan ezan ile anlaşılır

ezan Arapçadır ve kendi orijinal diliyle okunmak zorundadır




16 Kasım 2019 Cumartesi

Atatürk olmasaydı halimiz ne olurdu! Yavuz Bahadıroğlu










19 Mayıs münasebetiyle yine esip savurdular. Ciddi görünümlü adamlar, yine “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık!” türünden “komik” nutuklar attı!


İçimden sormak geldi: “Şimdi Atatürk yok diye biz de mi yokuz?”


Bu nasıl bir yaklaşımdır, büyük bir milletimize ne korkunç iftiradır? Hem “Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” (Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafız Çamlıbel’in ortaklaşarak yazdıkları meşhur “Onuncu Yıl Marşı”nın bir mısrası) diye şiirler yazıp ders kitaplarına geçireceksiniz, milli bayramlarda ilkokul çocuklarına bas bas okutacaksınız; hem de “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık” deyip kendi varlığınıza “iftira” atacaksınız!


Bir milletin varlığını tek kişiye endekslemek, ancak hastalıklı akılların ürünü olabilir: Saçma sapanlığın endazesiz biçimidir! Yağcılığın en damıtılmış şeklidir!


Hiçbir millet, birini övmek için kendini böylesine yerle bir etmez!


Atatürk olmasaydı, biz millet olarak yine var olurduk, ama meselâ bugün giydiğimizi giymezdik belki...


Yabancı kıyafetlere bürünmez, “moda”nın arkasına takılmaz, “Anneler Günü”, “Babalar Günü”, “Sevgililer Günü” gibi kapitalist mantığın ürettiği “tüketim” sarmalına düşmezdik...


Alfabemiz değişmez, kültür kaynaklarımız diken tarlasına, kütüphanelerimiz türbeye dönmez, böyle kültürsüzlüğe mahkum olmazdık...


Onca cami satılmaz, kiralanmaz, yıkıma bırakılmaz, “devrim” uğruna onca insan sehpalara sürülmez, Dersim acımasızca bombalanmaz, İskilipli Atıf Hoca gibi nice hocalar çeşitli bahanelere kurban edilmez, Ayasofya Müze yapılmazdı...


Yok şapka giymedi, yok ezanı Türkçe okumadı diye insanlara zulmedilmezdi...


Hac ve umrenin yanı sıra, Türk müziğinin radyolarda çalınması yasaklanmazdı...


Başta Milli Mücadele kahramanları olmak üzere, sayısız insan “hain” ilân edilmez, sürgünlerde hayat sürmek zorunda kalmazdı...


Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, medreseler kapanmaz, şimdiki gibi yürek bağlarımız kopmazdı...


Kimsenin soyuna-sopuna, dinine-imanına, diline-ırkına, vicdanına-namusuna, dinine, tekkesine- medresesine, dergâhına-divanına karışılmayacağından, muhtemelen Şeyh Said, Dersim, Koçgiri, Düzce, Yozgat, Menemen olayları gibi karışıklıklar çıkmaz, kardeş kardeşe kurşun sıkmaz, kin tortusu birikmez, bugün PKK’yı besleyen Türk-Kürt ayırımı yaşanmazdı...


Batı’nın tüm kirli suları üzerimize boşalmaz, böylesine ruhsal ve yüreksel kirlenme olmazdı...


Bediüzzaman’ın ve diğer âlimlerin kadr-u kıymeti bilinir, değerli vakitleri zindanlarda, hicranlarda tüketilmezdi...


Laiklik uğruna ocaklar sönmez, mazlum insanlar hapishanelere sürülmez, başörtüsü zulmü yaşanmazdı...


İnancımıza ve geleneklerimize aykırı olarak, Türkiye’nin heryerine heykeller dikilmez, onca masraf yapılmaz, çocuklarımızın beynine ecdad düşmanlığının yanısıra, din düşmanlığı tohumları da ekilmezdi...


Çerkez Edhem, Rauf Orbay, Kâzım Karabekir gibi, şahsa biat etmeyen vatanseverlere “hain” yaftası yapıştırılmaz, yanlış tarih yazılmaz, beynimiz keşmekeşe dönmez, Selçuklu-Osmanlı eserleri yağmalanmaz, belgeler satılmaz yahut yakılmaz, nesiller kendi ninelerine ve dedelerine böylesine yabancılaşmazdı...


Hars ve irfanımızda kesiklik yaşanmayacağından, kitleler cehalete mahküm bir duruma düşmez, kitap okuma oranı böylesine düşük olmaz, saçma sapan şiirler yazılmaz, bunlar milletin çocuklarına cebren ezberletilmez, öğrencilere “Atatürk’ün sevdiği şarkılar” öğretilmez, “sevdiği yemekler”den söz edilmezdi...


Bir hayat hikâyesi (Nutuk) tarihi kaynak sayılmaz, nesiller yanlış tarih bilgisi almak gibi tüm hayatlarını etkileyecek böylesine büyük bir hataya sürüklenmez, CHP’nin bugün de amblemini teşkil eden altı ok, devletin temeline saplanmaz, devlet bir partinin eksenine girmez, “tornadan çıkma insan” yetiştirme uğruna yıllar ve nesiller heba edilmezdi...


Hilafet kalkmaz, İslâm dünyası bugünkü perişanlıkta savrulmazdı...


“Atatürk ilkelerine sadakat” diye bir şey olmaz, kişiye özel kanun çıkarılmaz, tüm partiler “Atatürkçü” görünmek zorunda kalmaz, tarihi belgeler yıllar boyu saklanmaz, milletin gerçeği öğrenme hakkı gasp edilmez, millet, “demokrasi” yerine, 27 sene “Şefokrasi”ye talim etmez, sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda hiçbir iyileşme sağlayamayan tek partiyi kesintisiz 27 yıl sırtında taşımazdı...


Tercüme kanunlar yerine kendi kanunlarımız yürürlükte olur, adli mekanizma güven kaybetmez, bir sürü “vasat zekâ”, “üstün zekâ” gibi yutturulamaz, Osmanlı’yı aşağılayan diziler yapılamaz, şanlı geçmişimize dil uzatılamazdı...


Çeşitli ülkelerde Efendimizle dalga geçen karikatürler çizilemez, kitaplar yayınlanamaz, dergiler çıkarılamaz, filmler yapılamazdı (ki, Sultan II. Abdülhamid’in bu tür yayınlara anında müdahale ederek tepki gösterdiğini, başta Amerika olmak üzere İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelere sahnelenecek oyunları kaldırttığını, bunun için de hilâfet gücünü kullandığını biliyoruz)...


Lozan da olmayacağından, Ege Adaları, Musul, Kerkük, Batı Trakya, Batum belki kaybedilmez, Ortadoğu belki elimizden çıkmaz, tabiatıyla baş belâsı İsrail kurulamazdı...


Bizden bu kadar: Artık gerisini siz getirin!


https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/ataturk-olmasaydi-halimiz-ne-olurdu-10652.html


Senai Demirci'nin kaleminden: Mustafa Kemal Atatürk Olmasaydı


(Senai Demirci'nin kaleminden..) "Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep'ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı


"Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep'ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı.


Atatürk olmasaydı, İtalyanlar bir yolunu bulup geçmişimizle bağımızı koparmak için harf devrimi yapar. Mesela yeryüzünün en değerli kütüphanelerinden Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki el yazma eserleri en az 90 yıl sustururdu. Bununla da yetinmez, Müslümanların halifesini aşağılayarak yurtdışına sürerdi.


Atatürk olmasaydı, İngilizler Kastamonu'ya aniden çıkarma yapar. Churchill herkesi şapka giymeye zorlardı. Şapka giymeyi reddeden vatandaşları için seyyar mahkemeler kurar, seri idamlar yaptırırdı. Hatta şapka kanuna karşı çıkıyor diye iki önemli şehri Rize'yi ve Trabzon'u denizden bombalatırdı.


Atatürk olmasaydı, Amerikalılar ülkenin yönetimini ele geçirir. Seçilmiş ilk meclisi zorla dağıtır. Ali Şükrü gibi vatansever düşünürleri öldürtür. Kendi keyiflerine göre kurdukları meclis sayesinde, ülkeyi en az 30 yıl tek parti ile yönetirlerdi. Kendi adamları dışında kimseye oy hakkı vermezler, seçilme hakkı tanımazlardı.


Atatürk olmasaydı, Hitler ülkeyi işgal eder. Türk ırkını üstün ırk ilan eder, Kürtleri, Rumları ve Ermenileri aşağı ırk sayar. "Türkiye Türklerindir" dedikten sonra kendilerini Türk saymayanları Anadolu'dan sürerdi. Hitler bununla da yetinmez, Dersim'de sırf Kürt diye çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce savunmasızı bombalarla imha ederdi.


Atatürk olmasaydı, Ruslar Anadolu'yu ele geçirir, camileri ahır yapardı. Medreseleri kapatırdı. Devrin en önemli düşünce odakları olan tekke ve zaviyeleri yasaklardı. Ezanı susturur, yerine anlamsız gürültüler koyardı.


Atatürk olmasaydı, İstanbul Yunanlılara kalırdı. Yunanlılar Fatih Sultan Mehmed'den Bizans'ın intikamını almak için Ayasofya Camiini müzeye çevirirdi.


Senai Demirci


https://www.dusuncemektebi.com/d/171186/senai-demircinin-kaleminden-mustafa-kemal-ataturk-olmasaydi

6 Kasım 2019 Çarşamba

İhsan Şenocak hoca sözlerinde haksız mı? Ali Karahasanoğlu



Eğer öylece kalsaydı.

İhsan Şenocak hocanın 3.5 ay görevden uzaklaştırılmış olması, tek başına aslında vahim bir hata olsa bile..

“Canım, herkes Diyanet’e saldırırken, biz de mi saldıralım?. Diyanet’in bizzat kendisi bile, daha bir ay önce hedef tahtasına konulmadı mı? Linç edilmek istenmedi mi?.. Diyanet nelerle uğraşıyor.. Diyanet’e karşı biraz daha hoşgörülü olalım.. Onları rahatsız edecek şekilde, hatalarını, özellikle de düzeltildikten sonra tekrar tekrar dillendirmeyelim” deyip..

Kendi açımdan konuyu kapatacaktım..

İhsan Şenocak hocaya yönelik “tam tam dansı” yapanların, adeta “Alın size, 90’dan ağlara göndereceğiniz, yılın golü olacak pas” mesajı taşıyan “akılsız düşman” desteğine, bu çerçevede hiç değinmeyecektim..

“Bir hata, kısmen de olsa giderildi.. Göreve iade gerçekleşti.. ‘Sen dedin, ben dedim. Sen yaptın, ben yaptım’ tartışmasına girmeye gerek yok” deyip, suskun kalmayı tercih edecektim...

Ama.. Diyanet İşleri Başkanlığı..

Belki göreve iadeden sonraki ahlaksız medyada yer alan saldırılardan etkilenerek..

Belki de çok ince bir hesap ile..

Önce İhsan hocayı göreve iade edip, bizim gönlümüzü ferahlatırken...

Sonra ise kafaya koyduğunu yaptı..

Göreve iade ettiği İhsan Şenocak hocayı, Samsun’dan Sinop’a gönderdi..

Önceki görev yerine kıyasla, nüfus olarak nerede ise onda bir oranındaki bir şehre atama yaptı..

Diyanet’in niyetini tam olarak bilemiyorum. Ama bildiğim şu: İhsan hoca göreve iade edildikten sonra..

Henüz daha Sinop’a (ceza gibi) atamasının yapıldığı açıklanmadan önce..

Dinî değerlere mesafeli mahalleden, yukarıda bahsettiğim gollük pas gelmişti..

Yazıyı dikkatle okumuş, okumam bittiğinde, “Yaş olarak yarım asrı çoktan tükettik.. Günlük hayatımın çok az bir zaman dilimi laikçi çevrelerle geçer.. Ama o azıcık zaman diliminde bile şahit olduklarım, gerçekten mide bulandırıcı.. Şunlara bir ‘hodri meydan’ desem.. ‘İhsan hocanın eleştirdiğiniz bu sözleri gerçek mi, değil mi, buyrun test edelim’ desem” diye düşünmüştüm...

Ama dedim ya..

“Göreve iade kararı açıklanmış.. Daha neyin kavgasını yapıyoruz” deyip, es geçmiştim..

Diyanet, hem göreve iade edip, hem de ceza gibi atama yaptığına göre..

Artık çekincelerimiz ortadan kalktı..

Biz de, atılan pasa dokunup, golü atalım..

Solcular, İhsan Şenocak hocayı yargısız infaza tabi tutmaya çalışırken, aslında toplumda pek konuşulmayan gerçekleri, nasıl hatırlattılar, gözler önüne serelim..

Neydi solakların, İhsan hocaya atfettikleri ve eleştirdikleri sözleri?

Yazının başlığı: “Diyanet’in İhsan Şenocak sessizliği”.

Diyanet’in görüşü merak ediliyormuş gibi yapılıp, baskı kurulmak isteniyor.. Ve konu, İhsan hocanın ağzından şöyle aktarılıyor: “Bir erkek iş arkadaşı(!) bir bayanla baş başa kahve içiyorsa aileleri hükmen dağılmıştır. Çünkü hariçte yakınlaşma ailede uzaklaşmaya gebedir.”

Hemen belirtelim, İhsan hocanın sözleri arasında, “Taraflar boşanmış sayılır. Bu yapılan, kuytu köşede kimsenin olmadığı bir ortamda gerçekleşmese bile, dört dörtlük zinadır.. vs.” şeklinde bir yorum yok..

Ya hangi yorum var?

Bir erkek, eşi dışında bir bayan ile..

Başka tanıdık kişiler olmaksızın..

Baş başa kalarak kahve içiyorsa.

Bunun sonrasında, o erkeğin ailesinin dağılması kuvvetle muhtemeldir..

Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz.. Kahve muhabbetini öğrenen eşin, ister istemez kıskançlık hissi baskın çıkacak.. Sonrasında aile içi tartışmalar başlayacak.

Ve en sonunda da bu aile dağılacaktır..

Söylenilmek istenen bu.. Kastedilen bu..

Şimdi bu tespite, psikologlar mı cevap verir, laikçi bilim adamları mı karşı gerekçe sunar, “Ben de aile kurmuş bir bayanım.. Benim de kocam var” diyen çağdaş bayanlardan biri mi laf yetiştirir, bilmiyorum.

İsteyen, buyursun cevaplasın..

Bir tek kadın çıkıp da; diyebiliyorsa ki, “Kocam, benden habersiz, iş arkadaşı bir bayan ile.. Başka erkek veya bayan tanıdıkları olmaksızın.. Özellikle kendilerine baş başa kalacak bir pozisyon oluşturarak, kahve içme muhabbetine geçerlerse.. Ben de bunu haricen öğrenirsem. Ben bundan hiç rahatsızlık duymam. Bugüne kadar, eşimin iş arkadaşı bayan ile baş başa kaldığı muhabbetleri, sonradan duyduğumda, içimde hiçbir kıpırtı olmadı. Olumsuz hiçbir şey hissetmedim. Kıskanmadım.. Eşime karşı tavırlarımda hiçbir değişiklik olmadı. Yuvamız da, gül dolu bir bahçe gibi mutlu şekilde sürüyor..”

Buyursun bunları söyleyebilen bir kadın varsa, söylesin, ben de elini öpeyim(!)..

İstediğiniz kadar çağdaş olun.. İstediğiniz kadar laikçi olun. İstediğiniz kadar dini değerlere mesafeli olun.. vs. vs..

Kadının yaratılışında bu var..

Kadın kıskanır.. Kadın kıskandığını farkettirir.. Kadın kıskandığında kendini kaybeder..

Ve maalesef bu kıskançlık haklı veya haksız.. Abartılı veya dozunda.. Boşanma ile sonuçlanır..

Aynı şeyleri, erkekler için de rahatlıkla söyleyebilirim..

Bir erkek; eşinin iş arkadaşı ile, özellikle baş başa kalınacak bir pozisyon oluşturularak içilmiş kahve ve o sırada yapılmış muhabbeti duyduğunda, “Çok güzel hareketler bunlar.. Çağdaş bir erkek, eşi ile ilgili böyle bir bilgiye ulaştığında, hiçbir kızgınlık hissetmeyen, bilakis mutlu olan erkektir” diyebiliyorsa..

Biraz önce kadınlar için demediğimi, erkekler için diyeceğim..

Çünkü erkekler bu konuda sabıkalı..

Büyük ihtimalle o erkek, eşini aldatıyordur, kendi suçunun ortaya çıkmaması için, eşinin hatasını görmezden gelmeyi tercih ediyordur.

Aksini söyleyebilecek bir erkek veya kadın varsa, buyursun çıksın, açık yüreklilikle söylesin..

Ama lütfen, “Nerde akşam, orda sabah” türünden hayat sürenler, “Ben varım, ben varım” demesinler.

Çünkü biz “aile”den bahsediyoruz.. İhsan Şenocak hoca, “aile”den bahsediyor..

¥

Başka ne demiş İhsan hoca?

Kendisi de bir erkek olmasına rağmen.. Erkeklerin dünyasında, sık sık karşılaşılan bir olumsuzluğu hatırlatmış:

“Sen belki işi, belki de dersi konuşurken o senin farklı farklı hallerini düşünür. Erkek erkeğe oturduklarında senden, bakışından, oturuşundan, kime yâr oluşundan söz eder. Eğer bir duysan erkeklerin neler konuştuklarını, bir daha onların yüzüne bakmaya bile tahammül etmez, ortamlarına girmemeye yemin ederdin.”

Bu yüzde yüz doğru “tespit”i, eleştiriye layık bulan solak yazardan başlayalım..

En iddialı kimler varsa, onları da arkasına alsın, hepsini dinleyelim..

“Bizim erkek arkadaşlarımız arasında böyle muhabbetler hiç olmamıştır” diyebilen (dindar insanlar hariç) varsa, çıksın söylesin..

Hodri meydan..

İsterseniz, üniversitelilerin oturdukları kafelerde.. İsterseniz sosyetenin daimi mekanı lüks semtlerde..

Nereyi isterseniz, oraya bir gizli mikrofon koyalım.. Dinleyelim bakalım, erkekler ne konuşuyorlarmış?

Görelim bakalım, o konuşmaları duyan bayanların, konuşulanlardan midesi bulanmıyor muymuş?

Hodri meydan!

https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/ali-karahasanoglu/hodri-meydan-ihsan-hoca-sozlerinde-haksiz-mi-22939.html


İhsan Şenocak ve Karşıdakiler - Cübbeli Ahmet Hoca

https://www.youtube.com/watch?v=7QS1CvCokYc



öztürk ve islamoğlu sempatizanları eğer ilimlerine güveniyorsa, İhsan Şenocak'ın "Kur'an-ı Kerim Müdafaası" ve "Sünneti Reddeden Kur'an Müslümanlığı" kitaplarını eleştirel okumaya davet ediyorum eğer samimi olarak beş vakit namaz kılıyorsanız kimin haklı olduğunu anlarsınız!

5 Kasım 2019 Salı

KADEM yalnız değil ! Ahmet Şimşirgil








Üç yılı aşkın bir süredir gazetemde önce “Pazar” sonrasında ise “Cuma Divanı” adlı köşemde yazılar kaleme almaktayım. Açıkçası en fazla tepki aldığım beş yazıdan biri de geçen hafta, “İstanbul Sözleşmesi (Avrupa Konseyi Sözleşmesi)” ve “Cinsiyet Eşitliği” konusunda yazdıklarım oldu. Konu hakkında şikâyetçi sayısı beni ürküttü.

Taksim’de neyin onuru olduğu belli olmayan LGBT’liler yürüyüşünden sonra, aile sistemimizin bataklığı hâline gelmiş bulunan İstanbul Sözleşmesi’ne ciddi tepki koyanlardan biri de Yusuf Kaplan Bey idi. O, benim de ifade ettiğim üzere Tanzimat’tan beri Türk aile yapısına Batı'nın bu en büyük saldırısını dile getirerek Twitter’da şöyle bir yazı paylaştı:

“Tanzimat’tan bu yana en büyük tehdit ailenin çözülmesidir.

Ailenin korunması millî güvenlik meselesi hâline gelmiştir.

Ailenin çözülmesine yol açan Millî Eğitim, Aile Bakanlığı ve KADEM projeleri derhâl durdurulmalıdır!..”

Fakat ertesi gün hem benim yazıma ve hem de Yusuf Bey’e bir kısım yerlerden tepkiler de geldi. Bunlardan Selçuk Bayraktar Bey tweetinde şöyle demişti.

“KADEM ailenin birliğini ve korunmasını savunur, Soros projeleri iftirası vebaldir. Müslümanın hakkaniyetine yakışmaz. Çok etkileşim alınması doğru söylendiği anlamına gelmez.”

Selçuk Bayraktar Bey’in bilhassa ülke silah sanayiine yaptığı hizmetleri hiç kimse inkâr edemez. En fazla takdir edenlerden biri de benim. Peki buradaki maksadın İstanbul Sözleşmesi olduğu bilindiği hâlde, KADEM’i korumak adına neden böyle bir sahiplenmenin içine girdi? Elbette bunu bilmeyen olamaz. Ancak şu da herkes tarafından bilinmektedir ki KADEM’in içinde yer alan Sayın Sümeyye Hanım’ın Bayraktar’ın eşi ve Cumhurbaşkanımızın da kızı olması bugüne kadar bazı yanlışların görülmesine hep engel oldu. İnsanlar belki uzun süre sırf bu yüzden seslerini çıkarmadılar veya çıkaramadılar.

Bugün gelinen noktada ise hemen herkes İstanbul Sözleşmesi’nin ülkeyi nerelere getirdiğini ve daha ne felaketlere doğru yelken açtırdığını görmekte ve de yetkililere şikâyetlerini iletmek istemektedir.

Bunları değerlendirmek yerine tek bir tweetle, Soros KADEM’i desteklemiyor diyerek sıyrılmaya ve yanlışları kapatmaya çalışmak büyük ucuzluktur!..

Aslında bunu söyleyen de olmadı. Bendeniz de dâhil, Cinsiyet Eşitliği ile ilgili projeler geliştiren bir kısım belediyelerin, STK’ların ve hatta spor kulüplerinin hep Soros’tan nemalandıklarını ve onun adına faaliyet yürüttüklerini yazdık.

KADEM ise bunu kullanarak, “biz almıyoruz, iftira ediyorsunuz”, noktasına getirdi.

Birincisi, Soros’tan destek almamak faaliyetlerin doğru olduğunu göstermez.

İkincisi, sizinle beraber ve hatta sizin gücünüzden istifade ile Cinsiyet Eşitliği projesini yürüten diğer kuruluşları görmek gerekir.

Üçüncüsü ise İstanbul Sözleşmesi bugüne kadar nelere mal oldu ve daha ülkeyi nerelere sürükleyecektir.

KADEM yetkilileri bu defa da sakın, “onlar bizi bağlamaz” basitliğine kaçmasınlar!..

Bakınız Türk halkı imdat istercesine, “Ailem çöküyor, lütfen tedbir alın” diyerek yetkililere seslenirken Meclis'te neler oluyordu?

3 Temmuz 2019’da TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, İstanbul Sözleşmesi’nin etkinliğinin artırılması için alınması gereken hukuki ve idari tedbirler ve bu mücadeleye STK’ların katkıları konusunda gündem toplantısı hâlindeydi. Bir anlamda, “Türk Aile yapısını çökertme hareketini hızlandırın” manasına gelen bir gündem.

Bunu nereden anlıyoruz? Buyurun katılımcıları görelim.

KADEM’in yanı sıra Türk Kadınlar Birliği, GİKAP, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, KASAV ve Kadın Dayanışma Vakfı.

Şimdi KADEM yetkilileri lütfen bana açıklasınlar! Eşcinselliği savunan “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” ile nasıl birlikte hareket ediyorsunuz? Sizi bir araya getiren hangi güçtür?

Mor Çatı’yı tanımıyor musunuz?

Bakınız Mor Çatı Kadın Derneği’nin sadece şiddet tariflerine basit bir misal vereyim. Sitelerinde ilişkilerde şiddetin boyutunu tarif ederken;

“Sevgilin kadın ve erkeklerin birbirinden farklı işler yapması gerektiğini düşünüyorsa”;

“Sevgilin bir erkek sevgilisini korumalı ve kıskanmalıdır düşüncesine katılıyorsa”, şiddetle karşı karşıya kalabilirsin.

Eşi tarifini bile kullanmayıp hep “sevgilin" ifadesini seçen, 13 yaşından itibaren flörtü destekleyen bu kurumlarla nerede anlaşıyorsunuz ve birlikte ne yürütüyorsunuz anlatabilir misiniz?

Zira bunlar nikâha ve İslam’a düşmanlar. 18 yaşına kadar nikâh kıyıp evlenen genci tecavüzcü diyerek insan yerine koymayıp en aşağılık mahluk gibi görenler 13 yaşındaki kızın ise istediği gençle istediği şekilde flört etmesine her türlü yeşil ışığı yakmaktadır.

Baba veya anne, oğlunu veya kızını böyle davranma diye ikaz ederse baskı ve şiddetin alanına girmektedir.

Bu durum dini temelden yıkmak değil de nedir?

Zira sevgili peygamberimiz “Din nasihattir” buyurdu. Baba oğluna, anne kızına, eşi hanımına yanlış gördüğü bir hususta ikaz görevini yapamayacak mı?

İşte bu durum ailenin temeline dinamit, milletin geleceğine atom bombası koymakla birdir!

Bakınız İstanbul Sözleşmesi’nin kabulü ile birlikte uygulamaları izleme ve müdahil olma hususunda ülke genelinde bir anda tam 95 tane dernek peydah oldu. Bunlar İstanbul Sözleşmesi’ni vesile ederek neler yapıyorlar Sayın Selçuk Bayraktar veya KADEM yetkilileri bana anlatabilir mi?

Bunların kaçını Soros vakıfları destekliyor söyleyebilirler mi?

Bunlardan “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” başta olmak üzere, “Mor Salkım Kadın dayanışma Derneği”, “MORel Eskişehir LGBT”, “Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği”, “Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği”, “Sınır Tanımayan Kadınlar Derneği”, “Mersin LGBT 7 Renk ve Araştırma Derneği”, “Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği” ve daha bunun gibi niceleri neler yapmaktadır biliyor musunuz? Millete anlatır mısınız?

Gidiniz o bölgelerde temiz ve asil milletin ne sıkıntılara maruz kaldığını görünüz.

İşte Rusya’da Putin bütün bu faaliyetlere yol açacağını bilerek İstanbul Sözleşmesi’ne imza koymadı. Putin’in FETÖ okullarına tek engel olan başkan olduğunu da hatırdan çıkarmayınız!

Biz ise CHP’nin teklif sunması ve HDP’nin destek olması ile İstanbul Sözleşmesi’ni ilk olarak imzaladık. CHP ve HDP bugüne kadar sizin başka hangi projenize destek oldu söyler misiniz?

Dolayısıyla KADEM, burada milletin bu meş’um sözleşmeye tepkisini şimdilik önleyen bir dalgakıran hüviyetindedir.

KADEM’in gerisinde ise gizlenmiş, ülkenin geleceğini ve aile yapısını mahvetmek üzere ordu gibi çalışan genelde Soros vakıfları ile desteklenen onlarca STK vardır.

İstanbul Sözleşmesi’nin kalkması, KADEM’in varlığına mâni midir?

KADEM varlığını ve varsa hayırlı hizmetlerini yine devam ettirsin. Aksi hâlde, bu necip milletin aile yapısını çökertmeye kararlı İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmaya mâni olmaktaki niyeti ve gayreti nedir?

Artık bunu millete anlatamazsınız!

Şunu da görünüz! AK Parti hareketini Davutoğlu, Gül, Babacan hiç kimse bitiremez.

AK Parti kendi kendini bitirir. Bunda da en büyük etki, Sayın Cumhurbaşkanı'mızın çevresinden gelmektedir.

Sayın Selçuk Bayraktar sadece attığı Tweet'inin altına geldiği yorumları okursa ve Anadolu’da AK Parti teşkilatlarına bu faaliyetleri sorup, -ama sadece sorup- sessizce dinlerse, sözümüzü daha iyi anlayacaktır.

Bir daha ifade edeyim ki bu durum partiler üstü bir meseledir. Millî bir davadır. İstanbul Sözleşmesi Batı’nın diktesidir. Bu ülkeyi mahvetmek adına en büyük ve tehlikeli projesidir!.. Bu duruma artık her kesimden insanın ve bütün bir milletin tavrını göstermesi gerekmektedir.

Yoksa, “Kim ki dişi ağrır, o bağırır”, demişler.

Bugün başı dara düşenler bağırıyor. Yarın millet topyekûn bağıracak ama duyan bulunmayacak. Zira tehlike büyük.

Ayrıca bu meş’um sözleşmeye karşı çıkmak AK Partiye hasım olmak, trol olmak değil bilakis en büyük destektir. İşin erbabı sözümü çok iyi anlar.

Zira asıl trol olmak, “hataları ve yanlışları doğru göstermek için uğraşıp partisine ve davasına zarar vermekle” olur.

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-ahmet-simsirgil/608839.aspx