31 Aralık 2019 Salı
İslam Alimlerinin Şia şii Hakkındaki Görüşleri
Konuya başlamadan önce şunu belirtmekte fayda vardır: İslam Mezhepleri Tarihi kaynaklarında, Şia’yı ifade etmek için Rafızîlik, Sünniliği ifade için ise Ehl-i Sünnet tabirleri kullanılır. Bu nedenle, Şiilerin“Aslında burada Şia’dan değil Rafızîlerden bahsediliyor”türünden savunmaları değersizdir. Aşağıda bazı İslam alimlerinin görüş ve fetvalarına özet olarak yer verilmiştir.
İmam Buhari’nin görüşü
Kur’an-ı Kerim’den sonra en sağlam İslam kaynağı olan Sahih-i Buhari’nin sahibi İmam Buhari, Şia hakkında “Namazımı Şiiler ya da Hıristiyan ve Yahudiler arkasında kılmakta fark görmüyorum. Onlara selam verilmez. Hastaları ziyaret edilmez. Onlarla nikâh yapılmaz. Şahitlikleri kabul edilmez ve kestikleri yenmez” demiştir.
İmam Gazali’nin görüşü
Büyük İslam âlimi İmam Gazali, İhya-ı Ulumuddin isimli eserinde, Şia’nın sahabelere dil uzattığına işaret etmiş ve “Masum İmam Teorisi”nin yanlış olduğunu hükme bağlamıştır. Ayrıca, El-Mustazhirî / fedil’ulbatıniyye isimli eserinde Şia’nın sapkın düşüncelerini reddetmiştir: “Şiiler, Ehl-i Sünnet’i küfürle itham etmeleri ve sahih hadisleri reddetmeleri sebebiyle her iki yönden de küfre düşmüşlerdir.”
İmam-ı Azam’ın görüşü
Hak mezheplerden Hanefi mezhebinin kurucusu Ebu Hanife Hazretleri, Şia hakkında şu fetvayı vermektedir: “Şia akidesinin aslı (amacı) sahabeleri sapık olarak göstermektir.” “Hz. Hatice’den sonra âlemlerin en faziletli kadını Hz. Aişe’dir Kendisi tertemizdir ve (Peygamber eşine zina yakıştırması yapan) Şiilerin yaptığı iftiralardan beridir.”
İmam Malik’in görüşü
Hak mezheplerden Maliki mezhebinin kurucusu İmam-ı Malik Hazretleri, “Muhammed, Allah’ın elçisidir ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler…” mealindeki Fetih Suresi’nin 29. ayetinden, “sahabeye düşmanlık eden kişilerin kâfir olacağı” hükmünü çıkarmıştır. İmam Malik, “Çünkü sahabeler kâfirlere nefret verirler. Kim sahabeye düşmanlık ederse bu ayete binaen kâfir olur.” demektedir.
İmam Malik’e Şia hakkında sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Ne onlarla konuş, ne de onlardan (hadis) naklet; şüphesiz onlar yalancıdırlar.”
İmam Hanbel’in görüşü
Hak mezheplerden Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Şia hakkındaki fetvaları doğrular nitelikte şunları ifade etmiştir: “Müslümanları kendi yollarına davet eden Şiilere selam verilmez ve cenaze namazları kılınmaz.”
Ahmed bin Hanbel, Malik bin Enes’ten “Nebi’nin (sav) ashabına sövenin İslam’dan hiçbir payı ve nasibi yoktur” rivayetinde bulunmuştur
İmam Şafii’nin görüşü
Hak mezheplerden Şafi mezhebinin kurucusu İmam Şafii, Şiiler hakkında “Saptırıcıların en şerlileri” tanımlaması yapmıştır: “Eğer Şiilerin adamlarını köle olarak almak ya da evimi tamamen altınla doldurmalarını isteseydim, onlar için Ali (r.a) adına yalanlar uydururdum. Fakat ben Allah adına yemin ederim ki, O’nun adına hiç yalan uydurmadım. Sizi nefislerine uymuş saptırıcılardan sakındırırım. Onların en şerlileri de Şiilerdir.”
İmam Şafii’nin Şia hakkında şunları demiştir:
“Ben Rafızîlerden (Şiilerden) daha çok yalancı şahitlik edeni görmedim.”
“Şia dışında herkesten ilim (alıp) nakledebilirsin; çünkü onlar hadis uydurup bunu dinlerinden kabul ederler.”
Abdülkadir-i Geylani’nin görüşü
Tasavvuf büyüğü Gavs-ı Azam Seyyid Abdülkadir-i Geylani Hazretleri, Şia’nın İslam inancına aykırılığı ve imamet teorisinin asılsızlığı hususunda şu noktalara dikkat çekmiştir:
“Muhammed (sav) ümmeti, başka peygamberlerin ümmetlerinden daha üstündür. Bu ümmetin üstünü, O’na iman ederek mübarek yüzünü görmekle şereflenen Sahabe-i Kiramdır. Sahabelerin en üstünü Hudeybiye’de Resulullah’a biat eden 1.400 kişidir. Bunların en üstünü Bedir Muharebesi’nde bulunan 313 kahramandır. Bunların üstünü, ilk Müslüman olan 40 kişidir ki, 40.sı Hazret-i Ömer’dir. Bunların üstünü Aşere-i Mübeşşere, yani hayatta iken cennetle ismen müjdelenen 10 kişidir. Bunların üstünü Hulefa-i Raşidin yani 4 halife olup, bunların da üstünü sırasıyla Hz. Ebu Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra da Hz. Ali’dir. Sahabe Resulullah’ın “Ashabıma imam ol” diye ferman ederek (kendisinden sonra namazları kıldırması için) tayin ettiği Ebu Bekir’i azletmekten Allah’a sığınmıştır. Buna rağmen Hz. Ebu Bekir, ayağa kalkıp üç defa “Beni halife kabul etmekten vazgeçeniniz var mı?” diye sormuş, Hz. Ali ayağa kalkıp “Resulullah seni hepimizin önüne geçirdi. Kim seni geriye çekebilir?” şeklinde cevap vermiştir.
Abdülkadir-i Geylani Hazretleri “Gunyet’üt-Talibin” isimli şaheserinde, Şiilerin lanet ettiği sahabelerin üstünlüklerini ifade eden hadisleri uzun uzadıya işlemiş, Şia akidesinin temelsizliğini ortaya koymuş ve Şiilerin iddialarına kesinlikle katılmadığını beyan etmiştir.
İmam-ı Rabbani’nin görüşü
İslam tasavvufunun kilometre taşı İmam-ı Rabbani Hazretleri, Türkçe’ye “Hak Sözün Vesikaları” olarak tercüme edilen “Redd-i Revafıd” isimli eserinde, Şia hakkında şunları kaydetmektedir: “Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’in halifeliğini seve seve kabul etmişti. Bunu herkes iyi bildiği için, Şiiler “İstemeyerek kabul etti” demekten başka söz bulamadılar. Hz. Ebu Bekir, halifeliğe layık olmasaydı, Hz. Ali onu istemez, “Benim hakkımdır” derdi. Nitekim Hz. Muaviye’nin halife olmasını kabul etmedi; kendisi halife olmak için uğraştı.”
İslam Tasavvufunun en önemli eserlerinden Mektubat-ı Rabbani isimli eserinde İmam-ı Rabbani, Şia hakkında şu hususları kaydetmektedir: “Resulullah Efendimiz, beyan buyurduğu fırka-i naciyeyi “Onlar, ben ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz hal üzerinde olanlardır” diye tarif etmiştir. Resulullah Efendimiz böylece “Benim yolum ashabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, onların yoluna tabi olmaya bağlıdır” demektedir. Resulullah Efendimize tabi olmak iddiası, ashabının yoluna tabi olmaksızın boş bir iddiadır. Hiç şüphe yoktur ki, Peygamber Efendimizin ashabının yoluna devamlı gidenler, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaattir. Allah bunların sayini meşkûr eylesin. İşte, fırka-i naciye bunlardır. Şia ve Hariciler gibi, Resulullah Efendimizin ashabına lanet edenler, onların yoluna tabi olmaktan elbette mahrumdur.
Abdülkadir El-Bağdadi’nin görüşü
Mezhepler Tarihi alanında günümüze kadar otoritesini koruyan ve “El-Fark Beyn’el Fırak (Mezhepler Arasındaki Farklar)” kitabının yazarı Abdülkadir El-Bağdadi, Şia hakkında çarpıcı bir tespitte bulunmaktadır: “Küfrün herhangi bir çeşidini duymayalım veya görmeyelim ki, illa o küfrün bir çeşidi Rafızî (Şia) mezhebinde bulunmasın… (Bu nedenle) Şiileri tekfir etmek (küfre girdiklerine hükmetmek) vaciptir.” Bağdadi burada Şiiliğin karma bir din olduğunu açık olarak ifade etmiştir.
Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’nin görüşü
Sayıları milyonu aşan talebeleri arasında Sultan II. Abdülhamid’in de bulunduğu tasavvuf yolunun büyüklerinden Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi, Şia’yı sapkın mezhepler arasında saymıştır. Gümüşhanevi Hazretleri, “Ehl-i Sünnet İtikadı” isimli eserinde “Şiilerin tekfiri vaciptir’’ (Şiilerin kafir olarak tanımlanmaları zorunludur) demektedir.
Gümüşhanevi Hazretleri söz konusu kitabında, “Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir’e küfredip lanetlemeleri, ölülerin tekrar dünyaya döneceğine inanmaları, Cebrail vahyi Hz. Ali’ye getireceğine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e getirmiştir demeleri ve 12 imam inancı”nedeniyle Şiiliği sapkın olarak saydığı mezhepler arasına almıştır.
Diğer bazı alimlerinin görüşleri
Endülüs’te vezirlik yapan, hadis ve fıkıh otoritelerinden İbn-i Hazm, Şia hakkında şöyle demiştir: “Hıristiyanlar gibi ‘Kur’an değiştirilmiştir’ diyen Şiiler aslen Müslüman değildir. Küfür ve yalan konusunda Yahudi ve Hıristiyanları takip ederler.”
Muhammed Ali Eş-Şevkani: “Şiilerin ve davetlerinin aslı, dindar insanları aldatmak ve Müslümanların şeriatına muhalefet etmektir. Bu kişiler, bu temiz şeriatı reddetmek ve ona muhalefet etmek isteyince, onu taşıyanların şahsiyetlerine dil uzattılar. Çünkü şeriata ulaştıracak yol ancak onlardan geçer. Şeytani vesilelerle ve lanetlik bahanelerle aklı zayıf olanları yanılttılar. Onlar hayırlı halifelere küfredip lanet ederler.”
Muhammed bin Yusuf, Şia hakkında “Şiileri ancak dinsiz kimseler olarak görüyorum.” demiştir.
İmam Beyhaki de Hz. Ali’den şu rivayeti nakletmiştir: Allah Resulü’nün “Ümmetimden bazı kimseler meydana çıkacak, ashabımı kötüleyeceklerdir. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır” buyurduğunu işittim.
Hicri yetmişli yıllardan günümüze kadar fıkıh âlimleri, Şia’nın İslam’ın dışı olduğu ve müşrike Şii kadınlarıyla evlenmenin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Şiilerle ilgili, “İlim ve İman Ehlinin İcmasına Göre Şia Mecus Dinidir” (İlim ve irfan ehlinin genel kanaatine göre, Şiilik Mecusiliğin devamıdır) gibi müstakil kitaplar bulunmaktadır.
http://reddiyeler.com/detay.asp?haberID=78
ŞİA’NIN KUR’AN’LA HESAPLAŞMASI
Yemen Yahudisi İbn Sebe’nin kurduğu Şia, Kur’an tasavvuru dahil daha pek çok mevzuda Ümmet’ten farklı düşünür. Kur’an-ı Kerime ta’n eder. Nitekim Şiiler, her dönemde Kur’an-ı Hakim’in tahrif edildiği iddiasıyla kitaplar yazmıştır. فَصْلُ الْخِطَابِ فِي إثْبَاتِ تَحْرِيفِ كِتَابِ رَبِّ الْأَرْبَابِ Adlı kitabın müellifi Ayetullah Mirza Hüseyin Nurî et-Tabersî (v.1320) de açıkça Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiğini iddia etmiştir. Bu kitapta, her yıl Muharrem ayında Hz. Hüseyin’in şahadetinin arkasına sığınarak, Hz Ömer’in emrindeki İslam ordularının yıktığı Sasani Devleti’ne ağıt yakanların iftiralarını görürsünüz. Kur’an’a suikast yapıp, İslam’ı durdurup Rüstem’in ordularının yolunu açmak için uydurulan iftiralar… On iki asırdır bu iftiralar “Kur’an-ı biz indirdik ve biz koruyacağız” ayetine çarpıp yok oluyor.
İran Lobisi ve Yeni Şia İddiaları
İran lobisi, amel defteri Kur’an’a iftiralarla dolu olan Şia’nın yolunu açabilmek için Eski Şia (Hz. Ali’den sonra), yeni Şia diye ayrıma gidiyor, eskisi problemliydi fakat Yeni Şia’da ittihad-ı İslam’ı amaçlıyor, bu yüzden onunla anlaşılabilir diyorlar.
İran’la Kesilen İslam Rüzgarı
Yeni Şia dedikleri Humeyni’nin Şia’sıdır. Humeynî üzerinden Şia’nın yolunu açmaya çalışıyorlar. Bu defa Humeynî üzerinden hedeflerine ulaşacaklar.
İhvan-ı Müslimîn ve Türkiye’de Milli Görüş Sünnet ve Cemaat akidesi çerçevesinde büyük mesafeler katedip, devletleşme aşamasına yaklaşınca küresel güçler Humeynî’ye “İran İslam Devleti”ni kurdurarak İhvan’ın ve Türkiye Müslümanlarının rüzgarını kesti. Kabiliyetli Müslüman gençler ABD ile 35 yıldır birbirine uluyan fakat tek kurşun atmayan İran’ın “İslam Devleti” terkibine aldanıp, safına geçti. Batı’nın en büyük müttefiki, bir anda Batı ile hesaplaşan kahraman konumuna getirildi. Müslüman gençlerin “Zaferler Müjdecisi Aziz İslam Önderi”, “İslam’ın Büyük Mücahidi”, “Mustazaf halklara İslam’ın devrimci yolunu gösteren Büyük Önder” diye yad ettikleri Humeynî de Tabersî ve selefleri gibi Kur’an’ın eksik olduğunu, mevcut Kur’an’dan üç kat daha büyük bir Fatıma mushafının olduğunu iddia etmiştir.
Sahabeye Saldıran Bir Devrimci: Humeynî
Humeyni Keşful Esrar adlı kitabında sahabeye iftira eder, وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا الْقُرْاَنَ ذَرِيعَةً لِتَحْقِيقِ نَوَايَاهُمْ اَلْفَاسِدَةِ bu sahabe dediğiniz adamlar Kur’an’ı fasid niyetlerini gerçekleştirmek için vesile yaptılar, der. Ona göre Hz. Ebubekir ve Ömer başta olmak üzere ashab (r.a.) dünyalıklar elde edebilmek için Kur’an-ı Kerim’i istismar etmiştir.
اِخْرَاجُ تِلْكَ الْاَيَاتِ مِنْ كِتَابِ اللهِ تَعَالَى اَلَّتِي كَانَتْ تَدُلُّ عَلَى خِلَافَةِ عَلِيٍّ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ قَدْ سَهُلَ عَلَيْهِمْ Sahabe için Hz. Ali’nin hilafetine delalet eden ayeti kerimeleri çok kolay bir şekilde, hiç zorlanmadan, Allah’ın kitabından çıkardılar, der. Bunu diyen kim? Humeynî… Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in dünyalıkları için Allah Rasulü’ne(s.a.v) ihanet ettikleri, ihanetlerinin bekası için de Kur’an’dan ayet çıkardıklarını iddia eden bu adam “İslam Ümmeti’nin Yiğit Önderi” kabul edilmiştir. Başsız adamların olduğu yerde ayaklar baş olur.
Yeni Şia’nın ümmeti merkeze aldığı, Müslümanlar adına küresel güçlerle hesaplaştığı iddia ediliyor. Ne var ki Büyük Mücahid (!) Humeynî’nin Rafizi çocukları ABD ile sözlü savaşla iktifa ederken, Suriye, Irak ve Yemen’de Müslümanlara ölüm kusuyor. Tahran’da Sünnet ve Cemaat akidesine mensup müslümanlara cami açma izni vermezken Türkiye’de لَا شِيعيَّة وَلَا سُنِّيَّة وَحْدَة وَحْدَة اِسْلَامِيَّة Ne Şiiyiz, ne Sünniyiz sadece müslümanız, diyerek müslüman gençliği yanına çekiyor. Müslüman gençlerin profil resmi yaptıkları, kamplara posterini astıkları adam bu Humeynî’dir. Babasının adını Ömer, Ebu Bekir verdiği İslam gençleri ne olduğunu ve ne dediğini bilmeden sahabeyi kendi dünyalıklarına ulaşabilmek için Kur’an-ı Kerim’den Hz. Ali’nin hilafetine delalet eden Ayeti kerimeleri çıkaranlar olarak itham ettiği bu şahsı nasıl yüceltir? Allah Teala buyurmuyor mu: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ Kur’anı kerimi biz indirdik onu biz koruyacağız, لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ Kur’anı hakime hiçbir yerden batıl gelemez. Hiçbir surette Allah’ın kitabına batıl ulaşamaz. Onu tahrif edemez. Fakat Humeyni Keşful Esrâr’da öyle şeyler söylüyor ki bunlar asla bir müslümana ait olamaz. إنَّ تُهْمَةَ التَّحْرِيفِ الَّتِي يُوَجِّهُونَهَا اِلَى الْيَهُودِ وَالنَّصَارَى اِنَّمَا هِيَ ثَابِتَةٌ عَلَيْهِمْ Humeynî bu ibaresiyle de açıkça sahabenin Yahudi ve Hristiyanlara yönelttiği Tevrat ve İncil’i tahrif etme ameliyesinin kendileri için bizzat sabit olduğunu söyler. Yani Yahudiler Tevrat’ı, Hristiyanlar İncil’i tahrif ettiler. Bunlar da Kur’an-ı bozdular, bu onlar tarafından bir suikastır, diyor.
Yeni Şia Eskisinden Farklı mı?
Küfür cephesi, Kur’an-ı Kerîm’in en büyük iki muhafızı olan Hz. Ebû Bekir ve Hz Ömer’e Kur’an-ı Kerim‘e ihanet etme iftirasında bulunan naylon devrimci Humeynî’yi Alem-i İslam’a “Büyük Mücahid” diye pazarladı. Kur’an ve Sünnet’le girdikleri her muharebeden nihai manada mağlub ayrılan Haçlılar, Humeynî’nin ağzından Kur’an’ın tahrif edildiğini söyleyerek Müslüman gençliği hakikatinden kopardı ve bunu başardılar. Evet bu zat Hz. Ebu bekir, Ömer, Osman başta olmak üzere Kur’an-ı canlarıyla koruyan Allah Rasulü’nün(s.a.v) ashabına bu iftiraları Keşful Esrâr adlı kitabında dile getiriyor. Şimdi söyleyiniz! Eski Şia ile yeni Şia arasında bir fark var mı? Tek bir fark var. O da yeni Şia takiyyeyi daha iyi beceriyor, medyayı daha iyi kullanıyor. Daha iyi aldatabiliyor. Daha stretejik hamleler yapabiliyor. Irak’ta, Suriye’de yani güçlü olduğu bölgelerde Sünnet ve Cemaat Akidesi’ne mensub müslümanları öldürüyor ya da susturuyor; Türkiye gibi zayıf olduğu yerlerde ise ümmetçi görünüyor.
Dâru’t-Takrîb ve Mealcilik
Takî el-Kummî adındaki bir Şii 1945’te Mısır’da دَارُ تَقْرِيبِ الْمَذَاهِبِ Daru’t-takrib’i kurarak mezhepleri birbirine yaklaştıracak, Ehl-i Kıbleyi tevhid edecekti. Nedense, “Dâru’t-Takrîb Beyne’l-Mezâhibi’l-İslamîyye” adındaki bu müessese sadece Ehl-i Sünnet akidesine bağlı Müslümanların olduğu yerlerde faaliyet gösterdi. Ehl-i Sünnet’e mensub bazı alimler de bu müessede görev aldı. Daru’t-Takrîb Mısır’da çalıştı. Türkiye’de faaliyet gösterdi. Belki burada kurumsal manada çalışmadı fakat hamlelerini burada da yaptı. Mealcilik bu müessesinin bir faaliyetidir. Kur’an Müslümanlığı adı altında Sünnet ve Mezheplerden koparılan Müslümanlar önce ortada bırakılacak, ikinci aşamada ise Şia kaynaklarıyla ayetler tefsir edilerek, Müslümanlar Şia’ya çekilecekti. Bu müessesenin gönüllü mensupları Ümmet’e “Hadisi, fıkhı devreden çıkaracaksınız, doğrudan Kur’an-ı Kerime gideceksiniz.” çağrısında bulundu. Türkiye’deki İran severler bu çerçevedeki ameliyeler neticesinde İran’a dost, Ehl-i Sünnet akidesine hasım yapılmıştır.
Neden Mısır?!
Madem bunlar İttihad-ı İslam noktasında samimi ve mezhepleri de ittihada engel görüyorlar peki neden bu دَارُ تَقْرِيبِ الْمَذَاهِبِ Şiilerin yoğun olduğu Tahran’da Kum’da Nevef‘de faaliyet göstermez! Neden İran’ın şehirlerinde, Şiileri mezheplerini bırakıp Ümmet’le Kur’an’da buluşmaya çağırmaz. Niçin, “Kürsiyyü’l-İslam” olan Mısır’ı üs edinir. Ey İttihad-ı İslam terkibini dillerinden düşürmeyen Farisiler! Neden Türkiye’de bu faaliyetleri yapıyorsunuz da, İran’daki Şiilere, Ehli Sünnet’le kardeş olmaları gerektiğini, onlara ümmet olduğumuzu anlatmıyorsunuz?
Ehl-i Sünnet’in Hasımları Aynı Safta
İşte bunun için Emperyalizmin himayesindeki bugünkü Şia, dünkü Şia’dan daha tehlikeli ve daha karmaşıktır. Kur’an-ı Kerîm’in tahrif olduğunu mevzu edinen Faslu’l-Hitab’ı bir Şii geçen asırda yazmıştı. Kitab Kur’anı Kerim’in tahrif olduğunu, bazı sure ve ayetlerin ondan çıkarıldığını iddia ediyor. Ne varki müellifi Tabersî’ye, ne onun çağdaşı “Büyük(!) Kur’an Müslümanı İranlı Cemaleddin Efganî”, ne de talebesi Muhammed Abduh cevap verdi. Vermediler, vermezler de… Çünkü her ikisi de Ehl-i Sünnet’e hasım olmaları cihetiyle aynı safta duruyorlar.
İki Mushaf İddiası
Şia, Kur’an da سُورَةُ الْوَلَايَةِ Velayet Suresi olduğunu ve bu surede şöyle bir ayet bulunduğunu iddia ediyor; يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِالنَّبِيِّ وَالْوِلِيِّ ”Ey iman edenler hem Nebiye, hem de Veliye iman ediniz”. Bu ayet de Kur’an’dan çıkarıldı diyorlar. Bir başka Şii de Kur’an-ı Kerim’in tahrifi ile alakalı yazmış olduğu eserinde diyor ki: “İki tane Kur’an vardır”. Bir tanesi عَامٌ مَعْلُومٌ Herkesçe ma’ruf ve malum olan bildiğimiz Kur’an. Diğeri de خَاصٌّ مَكْتُومٌ gizli özel olan herkesin ulaşamadığı Kur’an. Buna Fatıma mushafı diyorlar. Onlara göre bu öyle bir Mushaf ki, Kur’anın üç katı… Onun hiçbir ayeti Kur’an’ın ayetine benzemez. “Hiçbir harfi Kur’an’ın harfine benzemez” gibi ifadeler kullanarak esasında Kur’an’ın tahrifinden de öte şeyler söylemek istiyorlar. Yine Kur’an’ın tahrifi ile alakalı yazmış oldukları kitablarda “İnşirah Suresi” ile alakalı şöyle bir ayet vardı onu da çıkardılar diyorlar; وَجَعَلْنَا عَلِيًّا صِهْرك Ali’yi senin damadın yaptık. Kur’an’ı Hakim’in tahrif edildiği ile alakalı daha pek çok iftira ürettilerki onları ne bir Makale ne de bir konuşma ıstı’ab edebilir.
Dr. İhsan Şenocak
İşte Budur Humeynî Dediğiniz
http://reddiyeler.com/detay.asp?haberID=273
25 Aralık 2019 Çarşamba
Evlilikte İslâm’ın kriteri büluğ çağıdır
bu hassas konuda öncelikle şununla başlamak istiyorum biz 15 yaşında insanlar evlensin demiyoruz fakat islam’a göre evlenmek islam’a göre helaldir islam’ın izin verdiği şeyi yasaklamak İSLAM DÜŞMANLIĞIDIR BUNU MÜSLÜMAN! AK PARTİ ANLAMASI GEREKMEZMİYDİ!
İslam'a göre 15 yaşında bir kadınla bir erkek evlenebilir 15 yaşında evlenmeyi yasaklamak islam düşmanlığıdır eğer 15 yaşında evlenmek suç ise neden sadece erkek hapse atılıyor 15 yaşında evliliği yasaklamak zinaya teşvik etmektir BU ZULÜM ARTIK BİTSİN! #GençEvlilereÖzgürlük
15 yaşında çocukmuş evlenemezmiş! islam'a inanıyorsanız; bir mümin 15 yaşında reşid olur evlenebilir, savaşa katılabilir 15 yaşında uhud'da cihada katılan Semûre bin Cündeb ve Râfii'yi ne çabuk unuttunuz! Umeyr bin Ebî Vakkas 16 yaşında bedir'de savaşıp şehid olmuştur
- İslam alimlerinin kabul ettiği görüşe göre, erginlik çağının tespiti, kadınlar için âdet görmek, erkekler için de ihtilamdır. Kadın için âdetin başlangıcı dokuz yaş (erkekler için on iki yaş) civarıdır. Bu duruma girmiş kadın ve erkekler, ergin ve mükellef kabul edilir. Bu haller görülmediği takdirde, erginlik çağı on beş yaş olarak kabul edilir.(bk. Reddu’l-muhtar, 1/306-307; Cezerî, el-Fıkhu ala’l-mezahibi’l-arbaa, 1/123-127; Zuhaylî, a.g.e, 1/456).
Necmettin Erbakan Üniversitesi Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker ise, “İslam evlilik için belli bir yaş koymamıştır. İnsan biyolojik olarak evliliğe elverişliyse nikahlanabilir” dedi. Çeker şöyle devam etti: “Büluğ çağı coğrafyadan coğrafyaya değişebilmekle birlikte 2 ila 3 yaş fark edebilir. Ortalama 15 yaşını bitiren bir kişi, 16 yaşından gün aldığında genç statüsünde olur artık ve evliliğe elverişlidir. Büluğ çağına eren kişi namaz kılmakla, oruç tutmakla mükellef olur. Bunun yanı sıra da nikahlanabilir, neslinin devamını sağlayabilir. İslam hukukunda evliliklerde nikah akdi diye bir ayrıntı vardır. Bunun da yaşı yoktur. Ancak yasal evlilik büluğdan sonra olmak zorundadır. Evlilikte yaş konusunu söz konusu yapanların esasında nikaha karşı çıkıyorlar. Onlara göre 50 yaşında bile nikah kıyılmamalıdır aslında. Gençler üzerinden nikaha saldırıyorlar.”
Mehmet Talu Hocaefendi de, “İslam evrensel bir din olduğu için evliliğe yaş sınırı koymamıştır” dedi. Talu, şunları kaydetti: “Sistemin getirdiği birtakım problemlere İslam’dan cevap bulmak bazen mümkün olmuyor, bulunduğu takdirde de birileri rahatsız oluyor. Dolayısıyla İslam’ın hükümlerini İslami sistem içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Bu hususa dini prensipler açısından baktığımızda, anne babanın çocuğuna karşı 4 vazifesinden birisidir evliliğe elverişli olduğu zaman onu münasip birisiyle evlendirmek. Büluğa eren her kız ve her erkek kendi iradesiyle evlenebilir. Kuzeye doğru gittikçe daha da geciken, sıcak iklimlerde ise erken görülebilen bir durumdur büluğ. Kızlarda büluğ daha erken oluyor. İslam evrensel bir din olduğu için evliliğe yaş koymamıştır. Dünyanın her yerinde yaşanan dinimizin yaş sınırı koymamasının en büyük etkeni de coğrafi şartların biyolojik etkisindendir. Sıcak iklimlerde 14-15 yaşında hayız gören bir kız evlenebilir. Ancak soğuk iklimlerde 17’yi bile bulabilir gençlerin büluğu.”
https://www.yeniakit.com.tr/haber/evlilikte-islamin-kriteri-bulug-cagi-511214.html
18 yaş altı evliliğin hiçbir Batı ülkesinde cezalandırılmadığına vurgu yapan Maraşlı, şu tespitlerde bulundu: “Batı’da evlilik yaşı 18 fakat reşit yaşı, rıza yaşı diye bir ayrım var. 13-14 yaşından sonra kızlar istediği erkekle birlikte olabiliyor ve aynı evde evli gibi yaşayabiliyor, yasak değil. Almanya başta olmak üzere pek çok Batı ülkesinde 14 yaşından sonra çocuk olarak değil, genç olarak görülüyor ve rıza ile cinsel ilişki 14 yaşından sonra serbest. Yoksa Batı ülkelerinde gençleri cezaevine doldurmak zorunda kalırlardı.”
CEZALANDIRMAK ZİNAYI ARTIRIR
“Evliliğe izin verilmeyince zina artar” diyen Maraşlı, şöyle devam etti: “Evlilik yaşı ile rıza yaşının aynı olması zinaya engel olmuyor. Sadece zinaya bulaşmak istemeyen evlililiği tercih edenlere ceza oluyor. Helali tercih eden erkekler hapse gidiyor, hanım ve çocukları ise ortada kalıyor. Bu konuda kanunlar geleceğe yönelik düzenlenmeli ve geçmişe yönelik ceza alanlar bir ana önce serbest bırakılmalı ve sicillerine işlenen cinsel istismar suçu silinmeli ki, çıktıklarında çalışıp evlerini geçindirebilsinler.”
https://www.yeniakit.com.tr/haber/bu-yasa-zinayi-tesvik-ediyor-509954.html
Dinen reşit olmuş kişiler evlenebilir. Dinen reşit olmak için de ergenliğe girmiş ve aklı olgunlaşmış iyi ve kötüyü ayırt edebiliyor olması alış-verişten anlıyor olması gibi şartları var dinimizin. Bu olgunluğa sahip olan kişiler evlenebilir. Onlara evliliği yasaklamak zina yollarını açmak demektir.
Hükümet genç evliliklerle mücadele ediyor, sağlık çalışanlarını ajan gibi kullanıyor peki neden liselerde yayılan zina için bir gayret göstermiyor. Madem ki 18 yaş altı cinsellik kızlar gönüllü olsa da tecavüz ya da istismar sayılıyor, neden zina yapanlar takip edilmiyor da sadece evliler ile uğraşılıyor?
Eğer hükümet 18 yaş altı kızları çocuk kabul ediyor ve onların cinsellik yaşamasını istismar kabul ediyorsa bu kızlarla birlikte olanların da peşine düşsün.
18 yaş altı cinselliğe (zinaya) engel olmak için ne yapılabilir bir bakalım.
Okullara bir doktor ve ebe gönderip 13 yaş üstü kızlara bakirelik kontrolü yapılsın ve bakire çıkmayanlar sorgulanıp kiminle ya da kimlerle birlikte olduysa tutuklansın.
Liselerin girişlerinde öğrencilerin cepleri aransın doğum kontrolü için ilaç ya da malzeme taşıyan erkekler tutuklansın.
Otellere girerken artık evlilik cüzdanı sorulmuyor, nüfus cüzdanı yeterli görülüyor. Fakat 18 yaş istismarlara engel olmak için otellere 18 yaş altı olan bir kız, bir erkekle kalmaya geldiyse otel çalışanları polis ihbar etmek zorunda olsun ve birlikte geldiği kişi cinsel istismar suçundan ceza alsın.
18 yaş altı gençlerin sosyal hesapları takip edilsin, sevgilisiyle birlikte olduğu anlaşılanların sevgilileri cinsel istismardan hapse girsin. Kızların sevgilileri ile tanışan onlarla yemeğe giden ya da sevgilileri evine kabul eden aileler de cinsel istismara destekten hapis cezası alsın. Çünkü genç evliliğe destek oldu diye hapis yatan aileler var. Kızın sevgilisini onaylayanlar da hapis cezası alsın.
Mesela 16 yaşında Aleyna Tilki diye bir çocuk şarkıcı (bence genç fakat kanunen çocuk dendiği için öyle söylüyorum) 33 yaşında bir adamla birlikteydi ve magazin sayfalarında boy boy birlikte tatil resimleri çıktı fakat kızın sevgilisi, anne ve babası, cinsel istismardan tutuklanmadı. Bu haberleri veren gazeteler istismarı destekliyor diye ceza almadı. Çocuk evliliğe karşıyız diyen ikiyüzlülerin hiç biri itiraz etmedi. Kimse suç duyurusunda bulunmadı.
Madem genç evlenenler ile mücadele ediliyor 18 yaş altı zina yapanlarla da mücadele edilsin. Okullar, oteller, sosyal hesaplar takip edilip bu kızların birlikte olduğu erkekler, cinsel istismardan tutuklansın.
Olur mu öyle şey, mi diyorsunuz? Neden olmasın? 18 yaş altı evlenenleri devlet ajan gibi takip ediyor, Aile Bakanlığı düğünleri basıp gelin kaçırmaya başladı, bunların yanında benim yazdıklarım gayet makul bence.
Ya geçmişe yönelik genç evlenenle af gelsin, bundan sonrası için evlilik yaşı 15 olsun ya da devlet genç evlenenleri de görmezden gelsin yoksa da aynı yaşlarda zina yapanları da takip etsin.
Adalet ve Kalkınma partisi hükümeti eğer sadece evlenenlere hapis cezası verip, zina yapan 18 yaş altını görmezden gelecekse lütfen parti ismi başındaki “Adalet” kelimesini kaldırsın ve seçim konuşmalarında maneviyattan ahlaktan falan bahsetmesinler, komik olurlar çünkü.
Cinsel istismara uğrayıp da aile baskısı ya da karşıdaki kişinin korkusu ile kadınlar “gönlüm vardı” beyanı yapmak zorunda olurlar diye bu kanun olmalı diyenlere ise şunu söylemek lazım.
Bizim devletimiz bizim hükümetimiz tecavüz ile evliliği ayıramayacak kadar aciz bir devlet mi? Hem de bu devirde. Cep telefonu ya da sosyal ağlarıda her şeyin belgelendiği zamanda.
Hadi hepsini geçtik kız bunları kullanmıyor, diyelim kızın gönüllü mü birlikte olduğu ya da istismar mı olduğunu anlamak için uzman bir psikolog yeter. Beş dakika da kızın korku ile mi ifade verdiğini yoksa isteyerek mi evlenmek istediğini kız hangi beyanı verirse versin uzman hemen anlar. Devlet uzmanlarına mı güvenmiyor. 18 yaş altı evlenmek isteyenler uzman bir ekipten evlenebilir raporu alıp evlenebilir mesela.
Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle ilkel bir kanun yok. Hükümet ya acil bu kanunu düzeltmeli, geçmişte yapılan evliliklere af getirmeli ya da 18 yaş altı cinsel birliktelikleri de takip ekipleri kurup onları da cezalandırmalı. Yoksa maneviyattan, adaletten falan bahsetmesinler.
http://www.cocukaile.net/genc-evlilige-karsi-olanlar-zinaya-da-karsi-mi/
Örfler asırdan asra olduğu gibi, bölgeden bölgeye de değişir. 50-60 yıl önce Anadolu’da kızların evlenme yaşı 15-16 iken bugün üniversite okuyan kızlarda bu ortalama 25-26’ya yükselmiştir. Ayrıca bilinmelidir ki, sıcak iklimlerde kız çocuklarının gelişimi, soğuk memleketlere göre daha erken olmaktadır.[ref]Bkz. Merkezu’t-Tenvîri’l-İslamî, Redd-ü İftirââti’l-Münessırîn Havle’l-İslam, 86-7[/ref]
https://www.ihsansenocak.com/islamin-kizinin-evlilik-kriterleri/
Peygamberimiz (salat ve selam olsun) şöyle buyurmuştur: -“Kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan alıkoyar ve iffeti en iyi şekilde korur” Buhârî, Savm, 10 -“Kendi için evlenmek kolay olduğu hâlde evlenmeyen kişi benden değildir.” Beyhakî, Şuâb, VII
Gerekli evlilik yaşı konusunda belirlenen bir sınır yoktur. Ancak evlilik hayatında problem olabilecek derecedeki yaş farklılıklarına kefâet (denklik) açısından bu konuda dikkat edilmelidir Islâmda evlenmenin faydaları olarak, Huzur bulmak (Rûm 30/21), insan neslini sürdürmek (el-Hindî XVI/276 "Evlenin, çogalın. Çünkü ben kıyamet günü sizinle diğer ümmetlere övüneceğim") ve kendini haramdan korumak, (Hadîs için bk. Tirmizî, nikâh 1: Nesâhî, siyâm 43; Buhârî, savm 1, nikâh, 2,3) gösterildiğine göre, bunlardan birinin gerektiği, ya da ihtiyaç duyulduğu yaş, evlilik için tavsiye edilecek yaştır. Erginlikle Allah`ın insanda bir takım fizyolojik, psikolojik değişiklikler meydana getirmesi, artık bu işe başlanılabileceğinin işareti olmalıdır. Yukarıda zikredilen üç fayda, ya da sebebe, içinde yaşanıları toplumun karakterinin (Islâm toplumu, cahiliyyet toplumu gibi) ve çevre şartlarının da etki edeceğini de düşünerek, bu yaşı herkesin kendisinin tesbit etmesi gerekir. Ergin olduktan sonra, olabileceğine erken evlenme, dînen de tıbben de tavsiye edilmiştir. ( Sibâî, el-Mer`a 59 vd.)
Karı-koca adaylarında aranacak şartlara gelince, kadın için: Öncelikle dindar olmak (Ulv`an, Islâm`da Âile Eğitimi (terc) I/48 vd.; GazaIî N/99 vd.) Bâkire olmak Doğurgan olmak (kısır olmamak) Beden ve ahlâken güzel olmak Asıl ve şerefli olmak (Gazâlî bir de yakın akrabadan olmaması tavsiyede bulunur) gibi özellikler aranır.
Bunların kadınlara has olmayanların erkek için de bir özelliktir. Resûlullah Efendimiz: "Kızını bir fâsıka nikâhlayan, onunla gözetmesi gereken akrabalık ilişkisini kesmiş demektir." buyurur. Bir adam Hasan Basrî`ye: "Kızımı çok kişi istiyor, kime vereyim?" diye sorduğunda o : "Allah`tan korkana ver. Severse ne âlâ, sevmezse Allah`tan korktugu için ona zulmetmez" demiştir. (Gazâlî N/108) Yine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) : "Kadın dört şey için nikâhlanır: Malı için, soyu-sopu için, güzelliği için ve dini için... Eli kuruyasıca; sen dini bütün olanı seç (ki, sıkıntı çekmeyesin)" (Buhârî, nikâh,15; Müslim, radâ` 4; Ebû Dâvûd, nikâh 2; Tirmizî, nikâh 4) buyurmuştur ki, bu konunun özeti bu hadîs-i şerîften ibarettir.
https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/kiz-ve-erkek-icin-en-munasip-evlenme-yasi-ne-olmalidir-evlenilmek-istenen-kizda-ve-erkekte
Evlenme yaşını CHP düşürmüş! O belge gün yüzüne çıktı...
1938 yılında çıkarılan 3453 sayılı yasa ile 18 olan evlenme yaşını aşağıya çeken İsmet İnönü öncülüğünde CHP'nin erkekler için evlilik yaşını 17'ye, kızlarınkini de 15'e indirdiği belirlendi.
https://www.sabah.com.tr/gundem/2018/03/13/evlenme-yasini-chp-dusurmus-o-bilgiler-gun-yuzune-cikti
10 Aralık 2019 Salı
Kuran-ı Kerim Değiştirilsin Diyen ihlami güler'e Cevap
Reformistlerin geldiği noktalardan biride artık tahrif hareketine dolaylı değil direk girmek..
Mealcilerin geldiği uçuk durumlardan biride bu yeni piyasaya sürdükleri, Kur'an'da hata var söylemleri.. İnsanları küfüre sokacak ve ebedi hayatlarını mahvedecek öldürücü zehirleri yaymaya devam eden bu güruha ilahiyat prof. sıfatlı İlhami Güler'de eklendi. Daha önceleride malum HaberTürk vb. gibi Tv kanallarına ilahiyatçı sıfatlarıyla katılıp zehirler saçan bu şahıs şimdide Kur'ana noksanlık izafe ederek yeni bir sapıklığa kapı açtı. Şiilerinde Kur'an'da datalar var demesi gibi, batılın hep tek cephe olduğu bir kez daha kanıtlandı..
Yahudilerin ve Hristiyanların kendi kutsal kitaplarında yaptıkları tahribatın aynısını kutsal kitabımız Kur'anda yapmak isteyen bu zihniyet elbette kazdıkları kuyuya kendileri düşecektir. Çünkü Allahu Tealanın Kur'anın kıyamete kadar bozulmayacağına dair vaadi vardır. Ne yapsalar boş...
İşte Ülke Tv'de yayınlanan bir programda günümüz ehli sünnet hocalarından Dr. İhsan Şenocak hocaefendinin sapkın İlhami Güler'i ve o kafaları deşifre ettiği videosu;
Anadolu İlahiyat Akademisi altında; Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Mustafa Öztürk, Mehmet Çelik gibi reformistlerin İlhami Güler ile aynı yerde konuşma yapmalarınıda göz önüne alırsak, nasıl bir proje olduğunu daha net görebiliriz.. Yuvalandıkları kurumun adı Anadolu İlahiyat Akademi adlı kuruluş.. Bu kuruluş için bir an önce gerekli tedbirler alınmalıdır..
Bir kez daha üniversitelerin ilahiyat bölümlerinin ülkemizin milli ve manevi dinamikleri için artık faydadan çok zarar verdiği böylece ifşa olmuş durumdadır..
Samsun merkezli İFAM gibi ilahiyat alanında da faaliyet gösteren, ehli sünnet çerçevede eğitim veren kurumlara daha çok destek verilerek, bu alanda ki menfi durum müspet zemine çekilmelidir..
Diğer yanda İlahiyat fakültelerinin medrese usulü bir yapıya geçmesi içinde çalışmaların bir an önce gündeme gelmesi elzem olmuştur.. Günümüzde Menzil, İsmailağa vb. gibi medrese modelleri örnek alınabilinecek medrese yapılarıdır.. Bu yapıların desteklenmesi çok önemlidir..
Bir Ayet ve Açıklaması..
“Kesin olarak bilesiniz ki bu zikri (vahyi, Kuran’ı) kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” (Hicr, 15/9)
Şu halde burada "zikir"den maksat vahiy, korumadan maksat da vahiy sürecinde ve sonrasında kıyamete kadar, âyetlerin ilâhî olma özelliğini bozacak şekildeki herhangi bir dış etkiden vahyin korunmasıdır. Böylece -bağlamı da dikkate alındığında- âyette esas itibariyle müşriklerin vahye yönelik itirazları reddedilmekte, vahyin Allah'tan geldiği ve ona asla herhangi bir ilâvenin söz konusu olmadığı ve olamayacağı bildirilmektedir.
Kuşkusuz Peygamber'in korunması, dolaylı olarak vahyin de korunması anlamını içerdiğinden her iki yorumu birleştirmek mümkündür.
O halde bu vaad varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul oldular? sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki, onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir.
Burada tefsirciler Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı korumasının niteliği hakkında da birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki:
1. Bunu Allah'ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı, artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur'ân'a bir şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur'ân nazmı değişir ve bütün aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı meydana çıkar. Bunun için Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar.
2. Allah Teâlâ, hiç kimseye Kur'ân'a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli birbirine yakındır.
3. Allah Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak, okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza edecektir.
4. Korumadan maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın sözünü değiştirmektir" der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, "Efendi yanıldın, doğrusu şöyledir!" derler.
Fahreddin Râzî der ki: "Kur'ân'ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır. Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma), tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur'ânı değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük mucizelerdendir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. (Razi, İlgili ayetin tefsiri)
Bu sûre, Mekke'de indiğinden dolayı demek ki o zamandan bu zamana kadar, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile, hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması, Râzî'nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun, bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir mucizenin şahidi olagelmiştir. "Bunlar, kitabın ve apaçık olan Kur'ân'ın âyetleridir." (Hıcr, 15/1; bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)
http://reddiyeler.com/detay.asp?haberID=399
Kur’an’ın Yalnız Nüzül Dönemine Hitap Ettiği İddiası
Allah’ın (c.c.) Kur’an’ında yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiğini iddia eden İlhami Güler, söylediklerine delil olarak şu ayetleri gösterir: ( 6.En’am, 92; 36. Yasin, 6; 42. Şura,7) Bir paragraf aşağıda da, ‘Ey insanlar..’, ‘Ey inanlar…’ diye başlayan hitap ayetlerinden Kur’an’ın evrenselliğini anlayanları Arapça bilmemekle itham eder.[ref]İlhami Güler, Soruşturma, İslamiyat Dergisi, Ankara, Ocak-Mart 2004, VII, sy. 1, s. 136.[/ref]
Tashih Bir
İlhami Güler’in Kur’an’ın yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiği iddiasına delil olarak gösterdiği; ‘Bu da kentlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindekileri (şehirleri) uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve kendinden öncekileri doğrulayıcı bir kitaptır.’[ref]Kur’an, En’am(6): 92.[/ref] ayeti hakkında onun sevdiğini tahmin ettiğim Reşid Rıza (Muhtemel sevgisi, Reşid Rıza’nın modernizmin ilk üç atlısından sonuncusu olması hasebiyledir.) şunları söylemektedir:”Ayette geçen ‘Ve men havleha’dan (Mekke’nin çevresindekiler) maksat İbn Abbas’tan da rivayet edildiği gibi bütün yeryüzü halkıdır. Nitekim Mekke yerine ‘Ummu’l-Kura’ (Şehirlerin anası) ifadesinin kullanılması da bu manayı desteklemektedir. Bugün net bir şekilde görmekteyiz ki, insanlar yeryüzünün ona yakın ve uzak her köşesinde içinde Beytullah olan ‘Ummu’l-Kura’ya yönelerek namaz kılmaktadırlar. Bu da bütün yeryüzü halkının ‘Havleha’ya (Mekke’nin çevresi) dahil olduklarının kanıtıdır.”[ref]Reşid Rıza, a.g.e., VII, 515; Ayrıca bkz. Razi, a.g.e., XIII, 67; Ebu Hayan, a.g.e., IV, 183; Kurtubi, a,g,e, VII, 27.[/ref]
Modernistlerin bu ayet üzerinden ulaştıkları tarihselci yorum, Kur’an’ı okurken oryantalistlerin ve bilcümle Allah (c.c.) ve Resul (s.a.v.) düşmanlarının gör dediklerini gördükleri ve tefekkürlerini bu çerçevede örgütleştirdiklerinin şahitlerindendir. Nitekim Kur’an’ın Arap Yarımadasında yaşayanlarla sınırlı olduğunu ilk defa Yahudiler iddia etmişlerdir. Her ne kadar yukarıdaki nakiller böyle bir anlamaya imkan vermiyor olsa da muhal farz, bu iddiayı, yani ayetin Allah Resulü’nün (s.a.v.) risaletinin Kur’an’ın indiği coğrafya ile sınırlı olduğu hezeyanının kabulü, Onun diğer bütün insanlara gönderildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.[ref]Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 67; Ebu Hayan, a.g.e., IV, 183; Reşid Rıza, a.g.e., VII, 515.[/ref] Çünkü Onun risaletinin zaman ve mekan üstü oluşu diğer ayetlerle sabittir. Nitekim bu surenin 19. ayetinde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: ‘İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahy olundu.’[ref]Kur’an, En’am(6): 19.[/ref]
Tashih İki
Yazarın, Allah’ın Kur’an’ında yalnızca nüzul döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiği iddiasına delil getirdiği ‘Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik)’[ref]Kur’an, Yasin(36): 6.[/ref] ayete ise iki türlü anlam vermek mümkündür. Birinci anlam ayette geçen ‘Ma ünzire’de (uyarılmayan)ki ‘ma’ yı nafiye kabul ederek verilir ki, yukarıdaki meal buna göre verilmiştir. İkinci ise ‘ma’ ya olumlu anlam vermekle olur. Bu durumda ise ‘ma’, ya mastariyye ya da ‘ellezine’ anlamında ism-i mevsul kabul edilir. Buna göre manalar şöyle olur:‘Gaflet içinde kalmış atalarının uyarıldığı gibi… Gaflet içinde kalmış ataları uyarılan bu toplumu uyarman için…’[ref]Razi, a.g.e., XXVI, 38; Şeyhzade, a.g.e., VII, 54.[/ref]
Fahreddin Râzî ayetin, biri babaların uyarıldığını diğeri ise uyarılmadığını söyleyen birbirine zıt iki tefsirinin nasıl anlaşılabileceğine dair oluşacak mukadder suale karşı şunları söylemektedir: ‘Ma’ yı olumsuz/nafiye kabul etmemiz durumunda mananın ‘Babaları uyarılmayan…’ şeklinde olması, önceki atalarının peygamberler tarafından uyarılmış, yakın dönem babalarının ise uyarılmamış olduğu gerçeğine engel olmaz.[ref]Razi, a.g.e., XXVI, 38.[/ref] Kaldı ki, Arapların önceki babalarından bu tarafa uyarılmamış olduklarını söylemek tarihi gerçeklerle çelişmektedir. Zira Araplar, İbrahim Peygamber’in çocuklarıdır. Ayrıca Ben-i İsrail’in bütün Resulleri de onların amcaoğullarıdır. Hem nasıl olur da Allah Teâlâ Hz Adem’den Efendimizin risaletine kadar olan uzun zaman diliminde bir milleti din ve şeriattan yoksun bırakır.[ref]Razi, a.g.e., XXV, 146.[/ref] O halde Ma’nın nafiye olarak alındığı durumda anlam; ‘önceki rasul’un yolundan saptıktan sonra uyarılmayanlar’ şeklinde olur ki, bu durumda Yahudi ve Hıristiyanlarda bu anlama dahildirler. Zira yakın dönemdeki ataları sapıttıktan sonra onlar da uyarılmamışlardır. Bu da Allah Resulü’nün bütün insanlara gönderildiğinin delilidir.[ref]Razi, a.g.e., XXVI, 38.[/ref]
‘Ma’nın nafiye kabul edilmemesi durumunda ‘Babaları uyarılmayanları uyarman için…’ şeklinde oluşan anlamın sınırlandırma bildirdiğini ve bu sınırlandırmanın Efendimiz’in risaletinin Arap Yarımadası ve Araplarla sınırlı olduğunu, babaları peygamberler tarafından uyarılan Ehl-i Kitab’ı kapsamadığını gösterdiğini söylemek öncelikle Arapça bilmemeye, ikinci olarak da Kur’an’ı tanımadan konuşmaya delalet eder. Şöyle ki: Risaletin, babaları uyarılmayanlara tahsisi/sınırlandırması babaları uyarılanları kapsam dışı bırakmaz. Zira tahsis, özel anlamının dışındaki manaları geçersiz kılmayan bir sebebe sahipse, bu durumda sınırlandırdığı anlamın dışında kalan manaları geçersiz kılması gerekmez. Burada o sebep mevcuttur. Çünkü Mekkelilerin uyarılmaları, Ehl-i Kitab-ın uyarılmasından daha evladır. Zira Mekkeli müşriklerin uyarılması tevhit ve haşr hususunda iken Ehl-i Kitab’ınki risalet-i inkâr sebebiyledir. Bundan dolayı müşriklerin burada zikredilmesi daha uygundur. Tahsis de başka açıdan değil, sadece bu noktadan dolayı gerçekleşmiştir. Nitekim ‘En yakın akrabalarını uyar’[ref]Kur’an, Şuara(26): 214.[/ref] ayetindeki tahsis de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Kimse çıkıp da ayetten hareketle “Cenâb-ı Peygamber” (s.a.v.) sadece akrabalarını uyarmakla emrolundu. Onlardan başkalarını uyarması doğru değildir’ türünden bir tahsise gitmemiştir/gidemez de.[ref]Razi, a.g.e., XXV, 146.[/ref]
İlhami Güler, tarihselci anlayışın Şeyh-i Kebir-i Fazlurrahman’ın ısrarla üzerinde durduğu bütüncül tefsir perspektifini yakalayabilseydi, en azından ayeti yanlış yorumlayıp, Efendimiz’in risaletinin sadece Araplarla sınırlı olması gibi, yanlış bir yargıya varmamış olurdu. Nitekim ‘Ey Ehl-i Kitab! Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı gelmedi demeyeseniz diye, size açıkça anlatan peygamberimiz gelmiştir. İşte böylece size müjdeci de uyarıcı da gelmiş.’[ref]Kur’an, Maide(5): 19.[/ref] ayetinden hareketle Kur’an’ın Ehll-i Kitab’a da gönderildiğini, ‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.’ [ref]Kur’an, Sebe’(34): 28.[/ref] ayetinden hareketle ise Kur’ani tebliğin zaman ve mekânla sınırlı olmadığını anlayacaktı.
İlhami Güler tefekkür etmek, hakikati anlamak, tarihselcilik iddialarına kanıt toplamak ya da okunan her bir harfe on hasene müjdeleyen hadis-i şerif gereği sevap kazanmak için Yasin Suresini en son ne zaman okudu bilemiyorum. Fakat ‘İnzar’[ref]Kur’an, Yasin(42): 6.[/ref] ayetinden hareketle Kur’an’daki İlahi Hitabın Araplarla sınırlı olduğunu iddia etmesi yakında okumadığını göstermektedir. Ya da okumuş olsa bile ezberlerine aşırı sadakatten dolayı murad-ı ilahiyi görmemiş olmalıdır. Zira Yasin’i Şerif’in yetmişinci ayetinde Cenâb-ı Hakk Kur’an ya da Allah Resulü’nün gönderiliş gayesinin yaşayan herkesi uyarmak olduğunu izhar etmektedir. Söz konusu ayette geçen ‘men’ lafzı İsm-i mevsuldur. İsm-i mevsullerde umum ifade ederler. Buna göre umumîlik ifade eden ‘men’in sınırlı olduğunu bildiren bir muhassıs/sınırlandıran olmadığı müddetçe ‘men’ umumiyet ifade eder ki bu durumda ilahi hitab; yaşayan herkesi kapsamına alır.[ref]Umum lafızlarla ilgili mutalar için bkz. Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 248.[/ref]
Yazarın, Kur’an’a dair konuşurken, modernistlerin ısrarla üzerinde durdukları bütüncül yorumlamaya riayet etmesi gerekmez miydi? Diyelim yazar Kur’an’ın bütününü tekrardan okumaya vakit bulamadı. En azından Yasin’i okuması gerekmez miydi? Tabi ki bunlar, onların Kur’an’ı anlayış ve ifade ediş sistemlerine göre yapılan önerilerdir. Sünnet ve cemaat anlayışına göre Kur’an’a dair konuşacak kişi kimdir, hangi özelliklere sahip olmalıdır? Bunu bu makale içerisinde, Kur’an’ı anlama usulü çerçevesinde izah edeceğiz.
Hakikat şu ki tek başına ‘İnzar’ ayeti bile İlahi Hitabın evrensel olduğunu ifade etme noktasında yeterlidir. Fakat yazarın ezber yoğunluğu murad edilen manayı anlamasına engel olmuştur.
https://www.ihsansenocak.com/tarihselcilik/
TARİHSELCİLİK FİKRÎ DEĞİL, İMANÎ BİR MESELEDİR
https://www.ihsansenocak.com/tarihselcilik-fikri-degil-imani-bir-meseledir/
KUR’ÂN’A GİTMEK, GİDEMEMEK, GİTMEMEK, GİDER GİBİ GÖRÜNMEK…
http://dintahripcileri.com/ilhami-gulere/
6 Aralık 2019 Cuma
Sema MARAŞLI Başörtülü Diktatörlerin Kuran Karşıtı Çalışmaları
İslam düşmanları yıllardan beri İslam’a aile üzerinden saldırmışlardır. “İslam kadına değer vermiyor…” gibi söylemler maalesef ki bazı Müslümanlar üzerinde etkisi gösterdi.
Bir de 28 şubat süreci yaşadı ülkemiz. Müslümanlarının bir kısmı yıllardan beri içinden çıkamadığı bir aşağılık kompleksi yaşıyor. Sanki memleket kendilerininmiş gibi ağzı köpüklü, ayyaş din düşmanlarının: “Arabistan’a gidin…” naraları Müslüman memleketinden Müslümanları kovma çabaları psikolojik olarak Müslümanlar üzerinde bir aşağılık kompleksi oluşturdu maalesef ki.
28 şubat sürecinden sonra gerek erkekler de gerek kadınlar da bir modern görünme “Aman biz sizin zannettiğiniz gibi değiliz, biz de çok moderniz…” bizi sevin, yaltaklanmaları onlara benzemek için verilen tavizler neticesi din düşmanlarının nefreti artırırken, tavizkar Müslümanları ise dinlerinin karşıtı davaları savunur hale getirdi.
Eskiden din düşmanlarından duyduğumuz sözleri artık dindar olma iddiasındaki kişilerden duymaya başladık. Dininden utanan kadınlar arttı.
Artık din düşmanlarının savunduğu davaları başörtülü kadınlar savunuyor hem de dernekleşerek, sistemli bir şekilde. Ve bu kadınlar Müslümanlara, din karşıtlarından daha fazla zarar veriyorlar. Başörtü üzerinden aşağılanan kadınlar, birikmiş öfkelerini erkeklere çevirdiler ve feminist oldular. Tabii feministlerin devlet ve Avrupa fonundan beslenmeleri ise işin duygusal boyutu (!)
Sistemleşen, çoğunluğu başörtülü kadınlardan oluşan siyasette de etkili olan dernek KADEM dir. KADEM kurulduğu günden beri “kadın hakları” adı altında feminizme hizmet eden, Ak Parti”ye yakınlığı ile bilinen fakat din düşmanı, PKK lı feminist kadınlardan daha fazla ülkeye zarar veren bir dernek oldu.
KADEM kadınları, sırtlarını siyasi iktidara dayayıp, erkekleri ayılardan, kurtlardan vahşi hayvanlardan daha aşağı gösteren videolar yaptırıp yayınladılar.
KADEM nedense aile kurumuna zarar veren bütün projeleri ve kanunları destekliyor. Eşcinselliğin yayılmasına ve aile kurumundan kadını alıp tanrılaştıran İstanbul sözleşmesini ve 6284 ü de destekliyor. Pek çok mağduriyete sebep olan, dinen de haram olan eski eşe süresiz nafakayı savunuyorlar.
Genç evliliğe karşılar ve genç evlenen kocaların hapis cezası almaları için çalışma yapıyorlar. Geçen yıllarda 18 yaş altı genç evlilik yapanların hapisteki eşlerine yapılacak affı son akşam durdurdular. Binlerce kadın ve çocuk onların sebebi ile perişan, göz yaşı döküyorlar, yatıp kalkıp onlara beddua ediyorlar. Mazlumun bedduasından da korkmuyorlar.
Neymiş KADEM kadınlara erken evliliğe karşılarmış. Neye dayanarak karşısınız? İnandığınızı söylediğiniz dininiz mi yasaklamış? Ninelerimiz dedeleriniz hep on beş on altı yaşında evlenmişler. Şimdi ne olacak onların hali. Ellerinden gelse onları da mezardan çıkarıp hapse atarlar. Atalarımızın hepsi 18 yaş altında evlendi diye cinsel istismarcı onlara göre.
Kısacası KADEM her konuda açıkça din düşmanı kadın dernekleri ile yarışıyor, “biz sizden daha fazlasını yapabiliriz” diye. KADEM de aktif çalışan bir avukat hanımla bir yerde karşılaştık. “Sizin Mor Çatı gibi derneklerden ne farkınız var?” diye sordum. “Olur mu canım bizi onlarla mı kıyaslıyorsunuz, çok farkımız var.” dedi. “Mesela” dedim. “Biz kurumsalız” dedi ve başka da bir fark bulamadı. Oysa KADEM in onlardan en büyük farkı siyasi bir desteği olması, kanunlar üzerinde belirleyici olmaları.
Nafaka mağdurları Adalet Bakanlığı’na gittiklerinde, bakanlık yetkilileri açıkça “Gidin KADEM i ikna edin gelin, istediğiniz kanunu çıkaralım.” demişler. Yani bakmayın memleketi erkekler yönetiyormuş gibi göründüğüne, memleketi Kösem Sultanlar, dişi diktatörler yönetiyor aslında. Bir taraftan da ülkenin sonunu hazırlıyorlar.
Nafaka mağdurlar kaç kez güç bela KADEM den randevu alıp birkaç görüşmeye gittiler, dertlerini anlattılar, Adalet Bakanlığı’ndan öyle cevap alınca. “Boşa gidiyorsunuz onlardan bir şey çıkmaz.” dedim ve dediğim gibi de oldu.
Zira KADEM her halükarda haksız da olsa kadının yanındalar. Gerçi süresiz nafaka yüzünden ikinci evliliklerin yapan erkeklerin yeni eşleri de nafaka konusundan mağdurlar fakat o kadınlar ve genç evli kadınların mağduriyetleri, gözyaşları KADEM kadınlarını pek ilgilendirmiyor. Onlar lüks binalarında, şık salonlarda, cici kıyafetleri ile devleti yönlendirecek daha doğrusu mecbur bırakacak çalıştay yapma derdindeler.
Şimdiler de MHP nin teklifi ile nafakanın bir yıldan beş yıla indirilmesi meselesi konuşuluyor. Ki bu bile yeterince adaletli değil.
Erkek zaten çocuğu varsa boşandıktan sonra çocuğuna nafaka vermek zorunda fakat eski eşine ayrıca nafaka vermek zorunda değil. Hele bir de çocuğu olmayan için bir gün de evli kalsa yıllarca eski karısına nafaka ödeyenler var. Ödeyecek durumu olmayanlar hapse giriyor. Sonraki evlilikleri zarar görüyor.
Süresiz nafakaya süre getirilmesi konuşulmaya başlayınca din karşıtı feminist kadın dernekleri hemen itirazlara başladılar açıklamalar yapıyorlar. “Nafaka kadının hakkı…” diye. Çok ilginç bir söz. Bir kadının eli nasıl eski kocasının cebinde olabilir ve bunu hak olarak görebilir. Erkek de madem boşandıktan sonra eski karı-kocanın hakları devam ediyor deyip o da başka haklar peşine düşerse ne olacak o da erkeğin mi hakkı olacak.
Din karşıtı feministler fikir beyan ederler de başörtülü feministler geri kalır mı? Onlar da hemen karşı çıktılar nafakaya süre getirilmesine. KADEM bir açıklama yaptı. Eski eşe çocuk da olmasa nafaka süresiz devam etmeliymiş de hakimler duruma göre karar vermelilermiş. Eğer bu olamayacaksa en kısa evlilikte bir gün de olsa erkek en az iki yıl en çok on yıl nafaka ödemeliymiş.
Mesela kadın bir ay sonra “ben evlilik hayatına adapte olamadım” deyip gitse, erkek düğün borçlarının üstüne bir de iki yıl kadına nafaka vermeliymiş. Bu ne kadar insafsız bir şey. Sadece kadın düşünülüyor erkek ne yaparsa yapsın, yoksa da hapse girsin. Kadınlar ne ara bu kadar vicdansız oldular.
KADEM uzun süren evliliklerde de evlilik yılı kadar nafaka ödenmesini uygun görmüş. “Nafaka olmazsa kadın yoksulluğa düşermiş.” İyi de bu kadının geliri yoksa kendi ailesi yok mu? Bir kadına bakmak ona el olmuş eski kocaya mı düşer, yoksa kendi ailesine mi? Bu kadın evlenmeseydi ailesi onu kapıya mı koyacaktı. Kadının çocuğu varsa zaten baba ona nafaka ödeyecek, kadına neden ödesin? Ayrıca çalıştığı halde nafaka alan binlerce kadın var, onu hiç konuşmuyorlar.
KADEM güya kadınlara merhamet ediyor. Oysa kimse Allah’tan daha merhametli değildir. Dinimiz bu konuda ne diyor. Kuran-ı Kerim de açık ve net olarak belirtilmiş. Boşanma sonrası iddet müddeti denen kadının başkası ile evlenmesi haram olan sürede erkek kadının geçimini sağlamak zorundadır. Bu da üç kez adet olup bitimine kadardır. Bundan sonra artık karı koca birbirine eldir. Kadın gidip başkasıyla evlenebilir. Evlenmese de kadının nafakasını eksi koca değil kendi ailesi o da yoksa devlet üstlenir.
KADEM ve benzeri dernekler eğer gerçekten bir işi yapmak istiyorlarsa çocukları için nafaka alamayan yüzlerce kadın var, boşanma sonrası çocuklarının bütün ihtiyacını karşılamaya çalışan. O kadınların çocuklarının haklarını savunsunlar. Baba geliri nispetinde boşanma sonrası çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. On beş bin maaş alıp önceki evliliğinden olan çocuklarına doğru düzgün bakmayan, onları perişan eden babalar duyuyoruz, o çocukların kanuni haklarının peşine düşsünler.
Çocuğunu babasına göstermeyen, yabancılaştıran ebeveynlerin kanuni ceza almalarını, ülkenin en büyük utancı çocuk haczinin kalkmasını sağlasınlar, gerçekten hayırlı bir iş yapmak istiyorlarsa.
KADEM in başörtülü kadınları toplaşmışlar Allah’tan daha iyi bildiklerine karar vermişler ve Kur’an-ı Kerimin karşısında kendi görüşlerini daha iyi görüp çözüm önerisi olarak sunmuşlar.
“Çözüm önerisi” adına bakıp aldanmayın aslında devlete bir kadın dayatması bu. Kadınlara karşı zaafı olan erkek siyasetçileri ve kadın baskısından korkan, korkak siyasetçileri de düşündüğümüzde KADEM in teklifi dikkate alınacaktır. Allah’tan razı olmayan kadınların nefsani isteklerini karşılayacak, Allah’tan çok daha fazla kadınlardan korkan siyasilerimiz olduğu müddetçe işimiz zor.
Bakalım bu dişi diktatörler karşısında MHP nin teklifi ne kadar dikkate alınacak. Ki MHP nin teklifi de nafaka süresi olarak çok fazla onu da desteklemiyoruz, nafaka üç ay eğer bunu yapamıyorlarsa süresiz olmadan önce yıllarca uygulandığı gibi bir yıl olabilir.
KADEM beş yılı az bulmuş. Bakalım kim kazanacak. Açıkçası kadın diktatörler karşısında erkeklerin pek şansı olduğunu düşünmüyorum.
Yine başörtülü kadınların yıllardır faaliyet gösterdiği HAZAR derneği var. KADEM in bir başka modeli. “Kadının insan haklarını” savunuyorlarmış. Ne saçma bir cümle. İnsanın insan hakkı vardır, cinsiyet üzerinden yaparsanız bölücü olursunuz. Kadının insan hakkı var da erkeğin hayvan hakkı mı var! Gerçi şu sıralar ülkemizde erkeklerin hakkı hayvanlar kadar da yok. İnsan hakkı peşindeyseniz cinsiyetçilik yapmayın mağdurun yanında olun.
Onlar da yememiş içmemiş günahımızı daha nasıl artırırız, nasıl Allah’a savaş açarız, diye düşünmüşler, Kur’an âyetlerinin tam aksi nafaka konusunda düşüncelerini geçen hafta Aile Bakanlığı’na sundular. Nafaka mağdurlarının yüzüne bakmayan bakanlık yetkilileri bunları kapılarda karşılıyorlar.
Siz inandığınızı iddia ettiğiniz dinin, kitabının aksini nasıl savunursunuz? İnsan Kur’an-ı Kerim’deki bir emri yapamaz bu kendi bireysel günahı olur. Fakat Allah’ın âyetinin aksini iddia edersen ve bunun için de mücadele edersen Allah’a savaş açarsın. Allah’tan razı olmayan kadınların aşağılık komplekslerinin cezasını mazlumlar çekmek zorunda değil.
Bu kuruluşların çatısı altında olan herkes mazlumların bedduasına ve bu günahlara ortaktır.
Velhasıl ülkemiz son yıllarda bu başörtülü diktatörlerden çektiğini dinsiz feministlerden çekmedi. Din ve devlet düşmanı feministler bugün bu kadar şımardılarsa sebebi hükumetin yanlış aile politikaları ve bunlara destek olan başörtülü feministlerdir.
http://www.cocukaile.net/basortulu-diktatorlerin-kuran-karsiti-calismalari/
İslamın nafaka ile ilgili hükmü:
http://www.cocukaile.net/islamda-nafakanin-hukumleri/
Nafaka konusunda başörtülü ve din düşmanı derneklerin görüşlerine bakın arada bir fark yok hatta başörtülüler Allah’ın haram kıldığını daha canla başla savunmuşlar.
Başörtü Mücahideliğinden Erkek Düşmanlığına
Dünün başörtü mücahidelerinin pek çoğu bugün erkek düşmanı olarak çıkıyor karşımıza.
Başörtünün yılmaz savunucularına ne oldu da bugün Allah’ın âyetlerinin aksini savunmaya başladılar?
Mesela pek çok başörtülü kadın erkeğin boşandığı eşine nafaka vermesini savunuyor. Sebep ise nafaka olmazsa kadınlar mağdur olurmuş. Allah eski eşe nafaka vermeyi emretmemiş, bu konuda açık âyet var. Üç aydan sonra, kadın hamile ise doğumdan sonra eski eşe nafaka yok, sadece çocuğa var. Siz Allah’tan daha mı merhametlisiniz! Allah’ın âyetlerinin aksini nasıl savunabilirsiniz başınızdaki örtüyle.
Pek çok başörtü mağduru İstanbul Sözleşmesini ve 6284 ü savunuyor. Sebep kadınları koruyormuş. Oysa sözleşmeden sonra kadın cinayetleri arttı. Ayrıca velev ki korusa, erkeği evden atarak İslam dışı bir çözümü benimseyemeyiz, kendi çözümlerimizi bulmak zorundayız.
Pek çok başörtülü kadın erkek düşmanı mor çatılı PKK yanlısı feministle ayın tezleri savunuyor. Başörtülülerde Turuncu bir Feminizm akımı var. Yeşil feminist tanımı doğru değil zira yeşil mübarek renktir, feminizmin mübarek bir tarafı yoktur. Zaten başörtülü kadınlar da turuncuyu kullanıyorlar.
Başörtü mücahideleri neden erkek düşmanı ve turuncu feminist oldu? Azıcık irdeleyelim. Benim kendi görüşlerim şu şekilde:
28 şubat sonrası üniversitelerde başörtü yasağı başladığında kızlar derslere giremezken, üniversite kapısından kovulurken, dindar erkek öğrenciler onlara destek olmuştu fakat onlar derslerine girmişlerdi. Bunun serzenişi duydum hep mağdurlardan. Ne yapsınlar onlar da mı derslere girmeyip okuldan atılsınlar. Bunun onlara ne faydası olacaktı? Sonuçta erkeklerin ev geçindirme gibi sorumlulukları da var. Buradan bir hınç yüklenenler olmuştu.
Oysa başörtü direnişinde başörtülülere en büyük darbeyi Fetö vurmuştu. Fethullah Gülen başörtü direnişlerinin en kuvvetli zamanlarında 1995 de Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda “Başörtü teferruattır” dedikten sonra ona bağlı binlerce kız ve onu hoca zannedip fetvasını ciddiye alanlar başını açıp derslere girmişti. Gülen’ın âyeti hafife alan bu uyduruk fetvası ikna odalarında kızları ikna için kullanılmıştı. Fakat başörtülü kadınlar kendilerine en büyük darbeyi vuran Fetöye hocaefendi demeye devam etmiş ve ekibinin yaptıklarını çabuk unutmuş, onları yıllarca bağırlarını basmışlardı fakat dindar erkeklerin yaptığını unutmamışlardı. Sanki onlar derslere girmeseler onlar bu zulmü çekmeyeceklerdi.
Başörtü mağdurlarının dindar erkeklere bir öfkesi de o dönem onlara yapılan evlilik teklifleridir. Üniversite kapılarında ağlayan, ailesinin “aç başını oku” dediği için evine dönemeyen okula giremeyen kızlara destek olmak amaçlı o dönem kızlara evlilik teklifi eden okuldan öğrenciler çok olmuştu. Erkeklerin koruma amaçlı yaptıkları bu teklifler kızlar tarafından fırsatçılık gibi algılanmıştı. Mağduriyetimizden faydalanıyorlar gibi düşünüldüğü için öfkeye sebep olmuştu.
Dünün başörtü mağdurları aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ kendi mağduriyetlerine ve sadece kadın mağduriyetlerine odaklanmış durumdalar. Onlara göre erkekler mağdur olmazlar, onlar bir şekilde başlarının çaresine bakarlar fakat kadınlar her zaman mağdurdur, ezilenler hep kadındır, algısından kurtulamadılar.
Hatta o derece vicdanı körelmiş olanlar var ki içinde erkek cezalandırma varsa kadınlara bile merhamet duymuyorlar. Mesela genç evlilikte erkekler hapse girerken kadınlar da dışarıda çocukları ile maddi manevi perişan oluyorlar fakat yeter ki erkek cezalandırılsın mantığı ile o erkeklerin hanımlarına ve çocuklarına da merhamet duymuyorlar.
Başörtü mücahidelerinin erkek düşmanı olmalarının bir sebebi de evliliklerinde mutsuz olmalarıdır. Pek çok başörtülü kadından şu serzenişleri duydum: “Evlenirken tip, mal mülk, mevki makam gözetmedik, Allah rızası için İslam’ı yaşayacağımız bir yuvamız olsun istedik fakat mutlu olamadık kocalarımız beklediğimiz gibi çıkmadı…”
Başörtülü kadınlar güzel bir niyetle evlendiler aynı şey erkekler için de geçerliydi. O dönem erkeklerin de kızlarda aradıkları edep, ahlak ve tesettürdü. Onlar da manken gibi kız aramadılar.
Niyet her işte elbette önemlidir fakat “niyet” kadar önemli olan bir husus vardır o da “gayrettir” İçinde gayret yoksa niyet insana yetmez. Sadece “İslami bir yuvam olsun” niyeti kişiyi mutlu etmez. Bu namaz kılmaya niyet edip kılmamak gibi. İslami bir aile kurayım diye niyet ediyorsun fakat İslam’ın aile için olan hükümleri göz ardı ediyorsun hayatına geçirmiyorsun. Kadınların saliha kadın olmak gibi bir gayreti yok, erkeklerin kavvam olmak gibi bir çabası yok. Sonra da “İslami yuva niyetimiz bizi mutlu etmedi” demek haksızlık olur.
Kadınlar erkekleri suçlamadan önce Allah ve Rasulünün hadis-i şeriflerde tanımladığı gibi güler yüzlü, yumuşak huylu, kocaya itaatkar bir hanım olmalı. Sert, erkeksi, kontrolcü, bakımsız, yataktan kaçan kadınlar, kocalarının onlara sevgi dolu davranmamasından şikayetiçi oluyorlar. Oysa eşine karşı sert davranan bir kadını, erkek beyni erkek gibi algılıyor ve birbirleriyle rekabete giriyorlar. Kadınlar önce kendi hatalarını görsünler, kendini düzeltsinler ondan sonra eşlerinden beklenti içinde olsunlar. Bir erkek alkol almıyorsa ve ciddi bir ruhsal sıkıntısı yoksa ona yumuşak davranan kadına iyi davranır.
Erkeklerin de kavvam olmak noktasında sıkıntıları var. Kontrolcü annelerde büyüyen erkekler genellikle kendi evinde idareci olamıyor. Sorumlulukları yeterince üstelemiyor. Erkeklerin de kavvam olmak için kendilerini geliştirmeleri gerekiyor.
Nisa suresi 34. Âyeti kerimesinde Allah (c.c) erkeği aileye reis tayın etmiş, kadınlara da saliha kadın olarak eşlerine saygılı ve itaatkar davranmasını emretmiş. Allah’ın Rasulü pek çok hadis-i şerifte “saliha kadını” kocasına itaatkar kadın olarak tanımlamış.
Bunları yazdığım için bana çok kızan başörtülü hanım var. İyi de bana niye kızıyorsunuz? Bu dini ben indirmedim. Ben hatırlatıcıyım, elçiyim. Elçiye zeval olmaz. Varsa bir derdiniz bu dinin sahibi olan Allah’a söyleyin. Ayrıca bu duymak, görmek istemediğiniz âyeti kerimeler tam da ailede mutluluk reçetesi.
Başörtü mağdurlarının bir de yazar tayfası var ki onlar içlerindeki erkek öfkesini ümmetin kadınlarına da yayıyorlar. Konuştukları ve yazdıkları konuların içinde; kocaya itaat, saliha kadın gibi konular asla olmuyor.Bu yazarların en çok kaçtığı ayetler ne hikmetse nisâ-kadın suresindedir. Kendilerini feminist olarak tanımlamasalar da feminizmin bütün argümanlarını savunuyorlar ve bu fikirleri yıllardır yayıyorlar.
Konferans için gittiğim vakıflarda hanımlardan şu sözleri duydum: “Sizden önce kaç kadın yazar çağırdıysak hanımlar konferans sonrası eve gidip eşleriyle kavga etmişler, ‘Sen niye bana Peygamberimizin hanımlarına davrandığı gibi davranmıyorsun’ diye” dediler.
Bu yazarlar Allah Rasulü’nün eşlerini anlatmaya gidiyorlar fakat onların Peygamber Efendimize ne kadar iyi hanım olduklarını değil, Peygamberimizin ne kadar iyi koca olduğunu anlatıp duruyorlar. Kadınlar da kendi eksiklerini göremedikleri için kocalara kinleniyorlar, niye bana Peygamberimizin eşlerine davrandığı gibi davranmıyor diye.
Yanlış anlaşılmasın tabii ki başörtülü bütün yazarları kastetmiyorum insaflı olan da var şükür. Fakat çoğunluk feminist fikirlere sahip.
Bir de kadınlardan puan toplamak için aile ile ayet ve hadislere hiç değinmeyip uyduruk hikayelerle ve şiirlerle alkış toplayan erkek yazarlar cephesi var ki bunu ayrıca yazacağım inşallah.
Özetle; başörtü mağduru kadınların bir an önce İslama aykırı bu feminist fikirlerden ve mağdur edebiyatından kurtulmaları iyi olur. Pek çoğu günümüz şartlarında lüks hayat yaşarken hâlâ eski mağduriyetlerden besleniyor. Bu kadınların “Aman ben travmalar yaşadım” modundan çıkıp geçmişi ve kendilerine acımayı bırakıp, kadın-erkek ayırmadan şu an Müslümanların dertlerine odaklanmaları elzem.
Biz Müslümanlar, Batının aileyi yok etmek için planladığı İstanbul Sözleşmesine değil, Allah’ın âyetlerine dayanıp güvenmeliyiz. Koruyucu olarak Allah yeter. Koruma yöntemleri de güzel dinimizin yol göstericiliğinde hazırlanmalı.
Elimizde kainatın sahibinin gönderdiği Kur’an-ı Kerim gibi muhteşem bir kaynak ve Allah’ın elçisi Sevgili Peygamberimizin kıymetli sözleri varken Batının kokuşmuş kanunlarına hiiiiç ihtiyacımız yok. Ne Batıya ne de güç odaklarına yaranmak için Allah’ın kelamına sırtımızı dönemeyiz.
Kadınlar ve erkekler arasına düşmanlık tohumu serpenler vebaldedir.
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri (dostları ve yardımcıları)dır. İyiliği emrederler, kötülükten/kötü olan şeylerden menederler…” (Tevbe sûresi; 71)
http://www.cocukaile.net/basortu-mucahideliginden-erkek-dusmanligina/
30 Kasım 2019 Cumartesi
kreşe bırakılan çocuklar büyüdüğünde anne babasını huzur evine bırakır!
İş için kreşe bırakılan çocukların büyüdüğünde, anne babasını huzur evine bırakması en doğal hakkıdır
Anne:Oğlum beni neden huzurevine bırakıyorsun,
Çocuk:Anne orada sana daha iyi bakarlar ben ilgilenemiyorum,
Anne:Hayır!Orada çok kötü davranıyorlar, sessizce bir köşede otururum ne olursun bırakma oraya,
Çocuk: Anne! Abartıyorsun, hem sen de beni küçükken bakıcıya bırakmıştın...
Çalışan kadınlara çocuklarını kreşe göndermeleri için 650 TL destek verilecekmiş.
O çocuklar büyüyecek, onlar da ana-babalarını huzurevine gönderecek. Böyle iki tur döndürdük mü, ne kreşe gönderecek çocuk, ne de huzurevine gönderecek anne-baba kalacak….
AB FONUYLA AİLE TAHRİBATI 1. PERDE, ANNELER İŞE ÇOCUKLAR KREŞE 2.PERDE ÇOCUKLAR İŞE ANNELER HUZUREVİNE
Aileyi parçalamaya yönelik bir darbe daha hayata geçirildi. ‘Anneler işe çocuklar kreşe’ projesiyle işe giden anneye kreş desteği verilerek anne, çocuktan uzaklaştırılacak ve aile adım adım ortadan kaldırılacak. Bugün annesinin kreşe bıraktığı çocukların yarın annelerini huzurevlerine bırakacağı günler çok da uzak değil! HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Aydın Gök, AB’nin bu fonla kendisinde olduğu gibi Türkiye’deki aile yapısını da dağıtmak istediğine dikkat çekti.
Gün geçmiyor ki aileyi dağıtmaya, parçalamaya yönelik bir uygulama yapılmasın. Her geçen gün aile kurumunun içi boşaltılarak, kadına istihdam açmak iddiasıyla çocuklar annesiz, yuvalar ailesiz bırakılıyor. 6284 sayılı kanun ve İstanbul Sözleşmesi’nin aileye vurduğu darbeler yetmezmiş gibi şimdi de Avrupa Birliği’nin fonlarıyla ‘sigortalı anneler işe çocuklar kreşe’ projesi ile aileye bir darbe daha vurulacak. Annelerin çalışmasının önünü açan bu uygulama ile çocuklar bir kez daha yabancı kişilerin ellerine bırakılacak. Anne şefkati ve sevgisinden mahrum büyüyen çocukların oluşturacağı bir gelecek ne kadar ümit vadedebilir.
1.PERDE ANNELER İŞE ÇOCUKLAR KREŞE
AB’nin fonladığı proje kapsamında anneler evden koparılacak çocuklar ise kreşlerde anne sevgisinden mahrum yetişecek. Sosyal Güvenlik Kurumu’nca ( SGK) yürütülen proje, Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) tarafından ortaklaşa finanse ediliyor. Proje kapsamında, sigortalı olarak çalışan annelere ayda 100 avro mali destek verilecek. Böylece, çocuğun bakımı ve eğitimi için yapılan masrafların bir kısmı karşılanacak. Projeye kayıt yaptırılan ilk ay için ise bir defaya mahsus olmak üzere kırtasiye giderleri için ayrıca 100 avro ödenecek. Aylık 100 avro tutarındaki mali destek ödemeleri 24 aya kadar alınabilecek. Çocuk 72 aylık olunca veya ilkokula başladığında mali destek ödemesi sona erecek. Toplam mali destek tutarı kadın başına 2 bin 500 avroyu bulacak.
PEKİ, 2. PERDE ANNELER HUZUREVİNE Mİ OLACAK?
Bu projelerin tahribatı elbette ilk zamanlarda kendini göstermeyecektir. Ancak zamanla bu projelerin aileye, topluma, toplumsal değerlere nasıl darbeler vurduğuna şahit olabiliriz. Annesinden, anne sevgisinden, şefkatinden ayrı yetişecek bir çocukta elbette ‘aile-anne’ mefhumunun bir önemi kalmayacak ve bu çocuklar anneleri yaşlandıklarında kendileri için bir sorumluluk hissetmeyecek. Bugün annesinin kreşe bıraktığı çocuklar yarın annelerini huzurevlerine bırakmaktan geri durmayacak.
BATIDA AİLE MÜESSESİ NEREDEYSE TAMAMEN DAĞILMIŞ DURUMDA
Uygulamayı gazetemize değerlendiren HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Dr. Aydın Gök şöyle konuştu; “Son zamanlarda Avrupa Birliği’nden ülkemizde kadın istihdamını artırma adına karşılıksız fonlara ağırlık verildiğini görüyoruz. Bunu da bizzat resmi ağızlardan bir ihsanmış gibi duyuyoruz. En son Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Avrupa Birliği Delegasyonunun, çocuklarını kreş veya gündüz bakımevine gönderen sigortalı çalışan 10 bin 250 kadına, her ay 650 lira civarında destek sağlayacağını açıkladı. Bakınız eşlerden birinin veya her ikisinin çalışmadığı, işsiz olduğu ailelere yardımda bulunulmuyor. Gaye ekonomik sıkıntı yaşayan ailelere veya çocuklarına yardımcı olmak değildir. Kendilerinde aile müessesi neredeyse tamamen dağılmış durumda. Aile kavramı yozlaşmış, çökmüş durumda. Evlilik oranları ciddi manada azalmış, bunun yanında evlilik dışı doğum oranları % 40’ları geçmiştir. Aile ve sosyal politikalar konusunda tamamen bir çıkmazla karşı karşıya olan Batı, bize yol gösterici olamaz. Ainstein’in dediği gibi ‘Sorunlar, onları üretenlerin mantığı ile çözülemez’”
EVLENMEYİ KOLAYLAŞTIRIP, BOŞANMALARI ZORLAŞTIRALIM
“Ülkemizde de son zamanlarda aile müessesi çatırdıyor.” diye konuşan Gök, “Evlenme oranları azalıyor, boşanma oranları ise giderek artıyor. Eğer doğru bir şeyler yapılacaksa; evlenmeyi kolaylaştırıp, boşanmaları zorlaştıralım. Bu konuda Avrupa Birliği, evlenmek isteyip de maddi imkânsızlıktan evlenemeyen gençlere fonlar ayırsın. Gençleri evliliğe teşvik edelim. Boşanmalara götüren ve boşanmaları kolaylaştıran sebepleri ortadan kaldırmaya çalışalım. Aileden sorumlu bakanlık ise adeta bunun tersini yapmaya çalışıyor. Bariz birkaç örnek vermek gerekirse; milyonlarca gencimiz iş bulamazken ve sırf bu yüzden evlenmeyi erteliyorken, hükümet; Avrupa’nın da maksatlı ısrar ve teşvikleriyle kadın istihdamını artırma derdindedir. Oysa kültürümüzde evin geçimi öncelikle erkeğe veya kocaya aittir. Kadının beyanı esastır. Kadının kocasından şikâyetçi olması durumunda erkeğin kendini savunmasının bir kıymeti yoktur. Delil aranmaz deyip kadının kocası aleyhindeki bir ifadesiyle koca uzaklaştırılma cezası alabilmektedir.” İfadelerini kullandı.
KADINA ŞİDDETİ ÖNLEME ADINA ERKEĞİ,( KOCAYI, BABAYI) İTİBARSIZLAŞTIRMAYA ÇALIŞAN KAMPANYALARI TEŞVİK EDİLİYOR
Bu uygulamaların getirdiği sorunlara dikkat çeken Gök, “Kanunda belirlenmiş evlilik yaşından birkaç gün erken evlilik yapmış gençler cezalandırılıp tecavüzcülerle aynı koğuşa atılıyorlar. Allah’ın emri, peygamberin sünneti, ailelerin onayı ile evlilik akdini yerine getirmiş olan binlerce genç cezaevlerine atılmış, çoluk çocuk on binlerce aile mağdur edilmiştir. Bir yandan evlilik oranları azalıyor, gençler evliliği erteliyor diyoruz. Öte yanda evlenen gençleri cezalandırıyoruz. Kadına şiddeti önleme adına erkeği,( kocayı, babayı) itibarsızlaştırmaya çalışan kampanyaları teşvik ediyor, eşleri birbirlerinin rakibi, düşmanı gösterme çabalarına destek veriyoruz. Eşlerin sudan bahanelerle boşanabildiği, mahkemelerin bir celsede boşanma kararı verdiği bir zamanı yaşıyoruz. Bunda erkeğin boşadığı eşine ömür boyu ödemek zorunda kaldığı nafaka da etkili olmaktadır. Boşanacak kadın; ailesini bir arada tutma, yuvasını dağıtmama, çocuklarının yaşayacağı mağduriyetleri düşünme yerine haksız yere, ömür boyu alacağı nafakayı düşünüp bir çırpıda boşanma kararı verebilmektedir.” dedi.
ANA ŞEFKATİNE MUHTAÇ ÇOCUKLAR KREŞLERE MAHKÛM EDİLMEKTEDİR
Anne şefkatine muhtaç çocukların kreşlere mahkum edildiğine dikkat çeken Gök son olarak şunları söyledi; “İnsanları “haz toplumu” haline getiren kapitalizm; kanaat ve şükür gibi değerleri zayıflatıp, israfı ve lüksü bir ihtiyaçmış gibi alıştırdı, kabul ettirdi. Toplumda, eşlerin ikisi de çalışmadı mı aç kalınır gibi bir düşünce hâkim maalesef. İfsat projelerinin de teşviki ile ihtiyacı olmayan ailelerde de kadının evinden ve çocuklarından uzaklaştırılıp, kadının fıtratına uymayan işlerde çalıştırılması teşvik ediliyor. Ana şefkatine, ana kucağına muhtaç olan bebek ve çocuklar da kreşlere, gündüz bakımevlerine mahkûm edilmektedirler. Biz de diyoruz ki; ciddi bir ihtiyaç olmadığı halde, israf ve lüks yaşam özentisi ile çocuklarından şefkat ve merhameti esirgeyip bu gün için onları kreşlere, bakımevlerine bırakan anne ve babaları üzülerek söyleyelim ki, yarınlarda doğal olarak huzurevleri, yaşlı bakımevleri bekliyor. En acı olanı, sürüyü teslim ettiğimiz bizden olan çobanın, sürüyü bizzat kendisinin kurtlara teslim etmesidir. Sözde muhafazakâr olan sorumlu bakanların aile kurumunu daha da zayıflatıp, kadına şiddeti artırmaktan başka bir sonuç getirmeyen İstanbul sözleşmesi ve 6284 sayılı sözde “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” niyetli kanunların uygulanmasında ısrar etmeleri toplumun hayrına olamaz. Üstelik Sayın Cumhurbaşkanının “Aklıselim, kalbi selim, zevki selim sahibi bireyler yetiştirmeliyiz.” Ve “İstanbul sözleşmesi nas değildir” sözlerine rağmen…”
https://dogruhaber.com.tr/haber/627703-ab-fonuyla-aile-tahribati-1-perde-anneler-ise-cocuklar-krese-2perde-cocuklar-ise-anneler-huzurevine/
Anneler İşe Çocuklar Cinsiyeti Eşitlemeye
Ana kucağı mı Kreş mi Çocuk Hangisini Tercih Eder?
Toplumsal cinsiyet eşitliği projesi ile toplumları bozmayı amaç edinmiş küresel aktörlerin önündeki en büyük engellerden biri sağlam aile yapısıdır.
Ülkemizde “kadın istihdamı” adı altında anneliği ve ev hanımlığını tercih eden kadınlar iş hayatına davet ediliyor. Ülkemizde henüz Batı ülkeleri kadar kadınlar iş hayatında değiller.
Son yıllarda Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından Avrupa Birliği fonlarıyla kadın istihdamını artırma çalışmaları yapılıyor. Fakat ne hikmetse hedef kadınlar değil özellikle küçük çocuğu olan anneler.
Feminist kadın dernekleri ve medya aracılığıyla anneleri çocuklarından koparmak için ev hanımlığı aleyhinde çalışmalar yapılıyor ve para kazanan kadınlara “güçlü kadın” olarak övgüler diziliyor.
Cinsiyet eşitliği adına annelik, ev hanımlığı “bedava hizmetçilik” gibi sözlerle aşağılanarak, kadınlara çalışma baskısı yapılıyor, kadınlar neredeyse zoraki çocuklarından ve yuvalarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor.
“İşsiz annelere kreş-bakıcı desteği” gibi başlıklarla yayınlanıyor haberler. “İşsiz anne” ne demek? Annelik başlı başına kutsal bir iştir. Çocuğunu bakıcıya ya da kreşe bırakıp işe gitmeyen kadınlar işsiz diye aşağılanıyor.
Avrupa Birliği fonlarıyla gelen yardımlar özellikle küçük çocuğu olan kadınları kapsıyor.
Mesela yardım projelerinden biri 0-5 yaş çocuğunu kreşe verme karşılığı yapılıyor, başka bir yardım ise 0-2 yaşında çocuğu olan annelere bakıcı parası olarak yapılıyor.
Önce anneanne ya da babaanne ye verilen yardım paraları ancak diplomalı bakıcı ya da kreş olursa veriliyor artık. Maksat çocuğun bakımı da değil, maksat çocuğun kendine yabancı olan kişiler tarafından yeterince sevgi almadan bakılması.
Bir annenin 0-5 yaşındaki çocuğunun yanında olması çocuğun duygusal gelişimi ve ilerde bağlanma problemi yaşamaması açısından çok önemli.
Hele 0-2 yaş bebeklerin anneye en çok ihtiyacı olduğu, anne sütü aldığı zamandır. Bu dönemde çocuk güvenli bağlanmayı öğrenir, sevgiyi doyasıya hisseder. Pek çok çalışan anne, en az bir yıl olmak üzere bebeklerini bırakmaya kıyamayarak ücretsiz izin alır bu dönemde.
AB nin verdiği rüşvet paralarıyla anneler bebeklerini bırakıp gitmesi için destekleniyor. Anneler işe bebekler hiç tanımadığı yabancıların elinde sevgisizliğe hapsoluyor. Küçükken sağlıklı bir bağ duygusu geliştiremeyen çocuklar şiddete meyilli oluyor. Kadın istihdamı için bebekler kurban edilmiş gibi görünüyor.
Kadın istihdamının gayesi nedir? Avrupa Birliği bizim kadınlarımızın çalışması ile neden bu kadar ilgileniyor? Esas hedef toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında eşcinselliği yaygınlaştırmak. Ne de olsa toplumsal cinsiyet eşitliği hem dine hem aileye hem de topluma yapılacak en büyük kötülük. Bir taşla en az beş kuş öldürebilirsiniz. Artık savaşlar topla tüfekle değil, toplumu bozarak yapılıyor.
Yapılan araştırmalar çalışan annelerin çocuklarının cinsiyet rollerinin zihinlerinde tam oturmadığı için, cinsiyet eşitliği politikalarının çalışan annelerin çocukları tarafından daha kolay benimsediğini gösteriyor. Bu yardımlar bu açıdan bakıldığında da toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının da bir parçası oluyor.
Araştırma sonuçlarına göre annesi ev hanımı olan çocuk ve gençlerin cinsiyet eşitliğinin dayattığı rol karmaşasına karşı durduğu yönünde. Anne şefkatinde ve gözetiminde büyüyen çocuklar doğal cinsiyet rollerine sahip çıkarken, toplumsal cinsiyet eşitliği rollerine daha uzak duruyorlar.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği üzerine ergenlerle yapılan bir araştırma sonucunda konu şöyle anlatılıyor:
“Toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumu, kişinin içinde yaşadığı toplumda aileden başlayarak modellerin gözlenmesi yoluyla edinilmekte ve böylece kadın ve erkekler bu kavramın içindeki normları, sosyalleşme süreci içinde öğrenmektedirler. Annesi “erkeksi” olarak adlandırılan görevleri ve babası ev işi ve çocuk bakımıyla ilgili görevleri üstlenen bireyler geleneksel cinsiyet rollerine daha az maruz kalırlar. Annenin geleneksel roller dışına çıkan tutum ve davranışları ergenlere geleneksel rolleri sorgulama ve bu rollere eleştirel yaklaşma imkanı sağlar. Bu sorgulamanın ergenlerin toplumsal cinsiyet rollerine yönelik geleneksel bakış açısının değişmesinde etkili olduğu düşünülmektedir.” (1)
Bir de anneler çocuklarını bırakıp çalışma hayatından vazgeçmesinler diye çok az kişiyle yapılan fakat sanki sonuçları toplumu kapsıyormuş gibi sunulan dandik araştırma sonuçları var.
Mesela Danone markasının KAGİDER ile yaptırdığı araştırma gibi: “İyi ki annem çalışıyor” başlıklı araştırma sonucu çocuk kandırır gibi anneleri çocuklarını bırakmak için kandırmaya yönelik yorumlarla dolu. Güya çocuklar annelerinin çalışmasından dolayı mutlu oluyorlarmış. Çocuğu için işi bırakan kadınlar bir süre sonra pişman oluyorlarmış… Çocuklar küçükken durumdan memnun olmasalar da büyüyünce anneleri çalıştığı için mutlu oluyorlarmış… Ev işleri çok yorucuymuş, evde duran anneler çocukları ile değil temizlikle ilgileniyorlarmış… Anneler çocuklarını bırakıp işe gidince suçluluk duygusu yaşamamalıymış ki çocuk olumsuz etkilenmesin…mış mış mış…
Kadın, bir anne olarak doğurduğu çocuğuna seve seve bakar, besler, büyütür. İçinde yaşadığı evin temizliği yapar, düzenini sağlar. Ailesine yemek pişirir. Rahim taşıyan kadın, bebeğini beslediği büyüttüğü gibi ailesini de besler, geliştirir, büyütür. Kadın toplumun mimarıdır. Fakat cinsiyet eşitliği savunucuların göre bunlar kadına yük, iş hayatı ise mutluluk getiriyor.
Yine bu araştırma sonucunda açıkladıkları ana hedef şöyle:
“Bu araştırmanın arka planı; çocuk bakım sorumlulukları nedeniyle çalışmayı bırakmış beyaz yakalı kadınları işe dönüş için cesaretlendirecek, halihazırda çalışan anneleri ise iş yaşamında kalmaya teşvik edecek ulusal bir sosyal sorumluluk kampanyası hazırlanıyor olmasıdır.” demişler.
Esas ana hedefin toplumsal cinsiyet eşitliği politikası olduğu da başka bir cümleden anlaşılıyor.
KAGİDER in araştırmasında şöyle yazıyor:
“Annesi çalışmayan çocuklara kıyasla toplumsal cinsiyet eşitliği farkındalığının annesi çalışan çocuklarda daha yüksek olduğu gözlemlenmektedir. Çalışan annelerin çocukları kadın ve erkek eşitliği fikrine daha yatkındırlar. Kadınların her işi yapabileceğini belirtmektedirler. Kızlar ilerde çalışmak istediklerini erkekler de eşlerinin çalışacağını söylemektedir. Kısacası anneler çocuklar için rol model olmaktadır.” (2)
Esas dertleri kadınların istihdamı değil, cinsiyetsiz, sevgisiz ve şiddete meyilli bir nesil yetiştirmek.
Özetle; kadınlar işe çağıranlar, çocukları da cinsiyeti eşitlemeye çağırıyorlar.
Bu paralar neden ev hanımı olan annelere verilmiyor diye şikayet edenler var. Cevap çok basit. Maksat topluma fayda sağlamak değil, toplumu ifsat etmek.
Bugün çocuğunu kreşe verenler, yarın çocukları onları huzurevine götürdüğünde hiç kırılmasınlar. Kadın istihdamı evde yaşlı da istemez.
Gerçekten amaç kadın istihdamını artırmak olsa işe alımlarda bekar ya da boşanmış kadınlara öncelik verilir fakat özellikle küçük çocuğu olan annelerin hedef alınması üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konu.
Ayrıca işsizliğin tavan yaptığı bir dönemde, evine ekmek götüremeyen babaların intihar ettiği bir zamanda evli ve küçük çocuğu olan kadınlar neden ısrarla çalışma hayatına çağrılmakta?
Not: Mecburiyetten dolayı çalışan annelere değil sözümüz fakat ihtiyacı olmadığı halde küçük çocuklarını bırakıp çalışanlar anneler, bir kaç kez daha düşünsünler bu meseleyi.
Sema Maraşlı www.çocukaile.net
Bakıcı yardımı ile ilgili bir haberin linki:
http://www.cocukaile.net/anneler-ise-cocuklar-cinsiyeti-esitlemeye-5/
Kreş eken, huzurevi biçer
19 Kasım 2019 Salı
Türkiye'de 1932-1950 Yılları Arasında 18 Yıl Ezan Türkçe Okundu
CHP zihniyeti tam 18 yıl ezanı Türkçe okuttu
Mütedeyyin kesime şirin gözükmek için türlü riyakarlıklar sergileyen CHP’nin tek parti yönetimi döneminde ezan tam 18 yıl boyunca Türkçe olarak okundu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in ezanı aslına döndürmesini kabul etmeyen CHP despotizmi, Menderes’i idam ederek intikam aldı. Uzmanlar, “CHP’nin şovlarına inanılmaması gerekir” uyarısında bulundu.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Müslüman Türk milletinin ruh köküne düşmanlığının en büyük göstergesi olan Türkçe ezan dayatmasına son verilişinin 68. sene-i devriyesi. Müslümanlara öz yurtlarında üvey evlat muamelesi yapmış olan İsmet İnönü döneminde bir zulüm aracı haline getirilen Türkçe ezan uygulaması tam 18 yıl boyunca bu toprakların insanlarına dayatıldı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin akabinde 16 Haziran 1950 tarihinde Türkçe ezan uygulamasına son verilerek, evrensel okuma biçimine dönüldü. Konu ile ilgili Akit’e konuşan tarihçiler, Menderes’in ezanı aslına çevirmesinin bedelini canıyla ödediğini belirterek, CHP’nin İslam düşmanı bir zihniyetin temsilcisi olduğuna dikkat çektiler.
CHP ZULMÜNÜN GÖSTERGESİ
Tarihçi yazar Süleyman Kocabaş, İnönü, ezanı Arapça okuyanlara 3 ay ceza verilecek kanunu çıkardı. Ezanın Arapça okunması evrensel bir okunma biçimidir. Evrensel mesajdır. Ezan Türkçeleştirilerek birlik beraberlik ruhu bozuldu. Menderes’in asılma nedenlerinden biri de buydu. Yani ezanı aslına döndürmesi. CHP hep İslami değerlere kin kusmuştur. İnce, gitti Hacı Bayram’da namaz kıldı. CHP, hem İslam’ı yok etmek ister. Hem de böyle şovlar yaparlar. Bunların İslam’ı yapmacıktır. Ezanın aslına döndürülmesi CHP zulmünden kurtuluştur.
MENDERES ASLINA ÇEVİRDİ
Tarihçi Ensar Gökhan Dalkıran ise, “30 Ocak 1932'de başlayan Türkçe Ezan uygulaması 1941 yılında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü diktası döneminde Ceza Kanunun 526. Maddesinde yapılan değişiklikle ‘Arapça Ezan’ yasağı getirilmiş ve Müslüman Türk halkı üzerindeki baskı ayyuka çıkmıştır. Evlerinde Arapça Ezan okuduğu tespit edilen insanlar cezalandırılmış tabiri caiz ise Müslüman halkın ensesinde boza pişirilmiştir” dedi. Ezan yasağına Menderes’in son verdiğini hatırlatan Dalkıran, “CHP’nin tek parti diktasını yıkıp, demokratik seçimle iktidara gelen Adnan Menderes ilk iş olarak İsmet İnönü'nün Müslümanlar üzerindeki Arapça Ezan yasağı zulmüne son vermiş ve ezanı asıl hüviyetine kavuşturmuştur” dedi.
EZAN YASAĞI TAM 18 YIL SÜRDÜ
İlk olarak 30 Ocak 1932 tarihinde Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu. Tam 18 yıl boyunca devam eden ve İsmet İnönü döneminde bir zulüm aracına dönüşen Türkçe ezan dayatması 1950 yılının Haziran ayında Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Parti’nin tek başına iktidara gelmesi ile son buldu. Demokrat Parti, hazırladığı kanun ile dayatılan Türkçe ezanı değil, uygulamadaki Arapça ezan yasağını kaldırdı. Böylece isteyen istediği dilde ezanı okuyabilecekti ancak 65 yıldır Türkiye’deki Müslümanların tek tercihi, tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi ezan-ı Muhammedî’nin asli dili olan Arapça oldu.
https://www.yeniakit.com.tr/haber/chp-zihniyeti-tam-18-yil-ezani-turkce-okuttu-481377.html
"Rasulullah (salat ve selam olsun) ezan okunup okunmadığını dinlerdi
Eğer ezan sesi işitirse baskından vazgeçer, ezan sesi işitmese baskını yapardı"
Müslim 382/9
Bir beldenin Müslüman olup olmadığı, okunan ezan ile anlaşılır
ezan Arapçadır ve kendi orijinal diliyle okunmak zorundadır
16 Kasım 2019 Cumartesi
Atatürk olmasaydı halimiz ne olurdu! Yavuz Bahadıroğlu
19 Mayıs münasebetiyle yine esip savurdular. Ciddi görünümlü adamlar, yine “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık!” türünden “komik” nutuklar attı!
İçimden sormak geldi: “Şimdi Atatürk yok diye biz de mi yokuz?”
Bu nasıl bir yaklaşımdır, büyük bir milletimize ne korkunç iftiradır? Hem “Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” (Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafız Çamlıbel’in ortaklaşarak yazdıkları meşhur “Onuncu Yıl Marşı”nın bir mısrası) diye şiirler yazıp ders kitaplarına geçireceksiniz, milli bayramlarda ilkokul çocuklarına bas bas okutacaksınız; hem de “Atatürk olmasaydı biz olmayacaktık” deyip kendi varlığınıza “iftira” atacaksınız!
Bir milletin varlığını tek kişiye endekslemek, ancak hastalıklı akılların ürünü olabilir: Saçma sapanlığın endazesiz biçimidir! Yağcılığın en damıtılmış şeklidir!
Hiçbir millet, birini övmek için kendini böylesine yerle bir etmez!
Atatürk olmasaydı, biz millet olarak yine var olurduk, ama meselâ bugün giydiğimizi giymezdik belki...
Yabancı kıyafetlere bürünmez, “moda”nın arkasına takılmaz, “Anneler Günü”, “Babalar Günü”, “Sevgililer Günü” gibi kapitalist mantığın ürettiği “tüketim” sarmalına düşmezdik...
Alfabemiz değişmez, kültür kaynaklarımız diken tarlasına, kütüphanelerimiz türbeye dönmez, böyle kültürsüzlüğe mahkum olmazdık...
Onca cami satılmaz, kiralanmaz, yıkıma bırakılmaz, “devrim” uğruna onca insan sehpalara sürülmez, Dersim acımasızca bombalanmaz, İskilipli Atıf Hoca gibi nice hocalar çeşitli bahanelere kurban edilmez, Ayasofya Müze yapılmazdı...
Yok şapka giymedi, yok ezanı Türkçe okumadı diye insanlara zulmedilmezdi...
Hac ve umrenin yanı sıra, Türk müziğinin radyolarda çalınması yasaklanmazdı...
Başta Milli Mücadele kahramanları olmak üzere, sayısız insan “hain” ilân edilmez, sürgünlerde hayat sürmek zorunda kalmazdı...
Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, medreseler kapanmaz, şimdiki gibi yürek bağlarımız kopmazdı...
Kimsenin soyuna-sopuna, dinine-imanına, diline-ırkına, vicdanına-namusuna, dinine, tekkesine- medresesine, dergâhına-divanına karışılmayacağından, muhtemelen Şeyh Said, Dersim, Koçgiri, Düzce, Yozgat, Menemen olayları gibi karışıklıklar çıkmaz, kardeş kardeşe kurşun sıkmaz, kin tortusu birikmez, bugün PKK’yı besleyen Türk-Kürt ayırımı yaşanmazdı...
Batı’nın tüm kirli suları üzerimize boşalmaz, böylesine ruhsal ve yüreksel kirlenme olmazdı...
Bediüzzaman’ın ve diğer âlimlerin kadr-u kıymeti bilinir, değerli vakitleri zindanlarda, hicranlarda tüketilmezdi...
Laiklik uğruna ocaklar sönmez, mazlum insanlar hapishanelere sürülmez, başörtüsü zulmü yaşanmazdı...
İnancımıza ve geleneklerimize aykırı olarak, Türkiye’nin heryerine heykeller dikilmez, onca masraf yapılmaz, çocuklarımızın beynine ecdad düşmanlığının yanısıra, din düşmanlığı tohumları da ekilmezdi...
Çerkez Edhem, Rauf Orbay, Kâzım Karabekir gibi, şahsa biat etmeyen vatanseverlere “hain” yaftası yapıştırılmaz, yanlış tarih yazılmaz, beynimiz keşmekeşe dönmez, Selçuklu-Osmanlı eserleri yağmalanmaz, belgeler satılmaz yahut yakılmaz, nesiller kendi ninelerine ve dedelerine böylesine yabancılaşmazdı...
Hars ve irfanımızda kesiklik yaşanmayacağından, kitleler cehalete mahküm bir duruma düşmez, kitap okuma oranı böylesine düşük olmaz, saçma sapan şiirler yazılmaz, bunlar milletin çocuklarına cebren ezberletilmez, öğrencilere “Atatürk’ün sevdiği şarkılar” öğretilmez, “sevdiği yemekler”den söz edilmezdi...
Bir hayat hikâyesi (Nutuk) tarihi kaynak sayılmaz, nesiller yanlış tarih bilgisi almak gibi tüm hayatlarını etkileyecek böylesine büyük bir hataya sürüklenmez, CHP’nin bugün de amblemini teşkil eden altı ok, devletin temeline saplanmaz, devlet bir partinin eksenine girmez, “tornadan çıkma insan” yetiştirme uğruna yıllar ve nesiller heba edilmezdi...
Hilafet kalkmaz, İslâm dünyası bugünkü perişanlıkta savrulmazdı...
“Atatürk ilkelerine sadakat” diye bir şey olmaz, kişiye özel kanun çıkarılmaz, tüm partiler “Atatürkçü” görünmek zorunda kalmaz, tarihi belgeler yıllar boyu saklanmaz, milletin gerçeği öğrenme hakkı gasp edilmez, millet, “demokrasi” yerine, 27 sene “Şefokrasi”ye talim etmez, sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda hiçbir iyileşme sağlayamayan tek partiyi kesintisiz 27 yıl sırtında taşımazdı...
Tercüme kanunlar yerine kendi kanunlarımız yürürlükte olur, adli mekanizma güven kaybetmez, bir sürü “vasat zekâ”, “üstün zekâ” gibi yutturulamaz, Osmanlı’yı aşağılayan diziler yapılamaz, şanlı geçmişimize dil uzatılamazdı...
Çeşitli ülkelerde Efendimizle dalga geçen karikatürler çizilemez, kitaplar yayınlanamaz, dergiler çıkarılamaz, filmler yapılamazdı (ki, Sultan II. Abdülhamid’in bu tür yayınlara anında müdahale ederek tepki gösterdiğini, başta Amerika olmak üzere İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelere sahnelenecek oyunları kaldırttığını, bunun için de hilâfet gücünü kullandığını biliyoruz)...
Lozan da olmayacağından, Ege Adaları, Musul, Kerkük, Batı Trakya, Batum belki kaybedilmez, Ortadoğu belki elimizden çıkmaz, tabiatıyla baş belâsı İsrail kurulamazdı...
Bizden bu kadar: Artık gerisini siz getirin!
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/ataturk-olmasaydi-halimiz-ne-olurdu-10652.html
Senai Demirci'nin kaleminden: Mustafa Kemal Atatürk Olmasaydı
(Senai Demirci'nin kaleminden..) "Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep'ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı
"Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep'ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı.
Atatürk olmasaydı, İtalyanlar bir yolunu bulup geçmişimizle bağımızı koparmak için harf devrimi yapar. Mesela yeryüzünün en değerli kütüphanelerinden Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki el yazma eserleri en az 90 yıl sustururdu. Bununla da yetinmez, Müslümanların halifesini aşağılayarak yurtdışına sürerdi.
Atatürk olmasaydı, İngilizler Kastamonu'ya aniden çıkarma yapar. Churchill herkesi şapka giymeye zorlardı. Şapka giymeyi reddeden vatandaşları için seyyar mahkemeler kurar, seri idamlar yaptırırdı. Hatta şapka kanuna karşı çıkıyor diye iki önemli şehri Rize'yi ve Trabzon'u denizden bombalatırdı.
Atatürk olmasaydı, Amerikalılar ülkenin yönetimini ele geçirir. Seçilmiş ilk meclisi zorla dağıtır. Ali Şükrü gibi vatansever düşünürleri öldürtür. Kendi keyiflerine göre kurdukları meclis sayesinde, ülkeyi en az 30 yıl tek parti ile yönetirlerdi. Kendi adamları dışında kimseye oy hakkı vermezler, seçilme hakkı tanımazlardı.
Atatürk olmasaydı, Hitler ülkeyi işgal eder. Türk ırkını üstün ırk ilan eder, Kürtleri, Rumları ve Ermenileri aşağı ırk sayar. "Türkiye Türklerindir" dedikten sonra kendilerini Türk saymayanları Anadolu'dan sürerdi. Hitler bununla da yetinmez, Dersim'de sırf Kürt diye çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce savunmasızı bombalarla imha ederdi.
Atatürk olmasaydı, Ruslar Anadolu'yu ele geçirir, camileri ahır yapardı. Medreseleri kapatırdı. Devrin en önemli düşünce odakları olan tekke ve zaviyeleri yasaklardı. Ezanı susturur, yerine anlamsız gürültüler koyardı.
Atatürk olmasaydı, İstanbul Yunanlılara kalırdı. Yunanlılar Fatih Sultan Mehmed'den Bizans'ın intikamını almak için Ayasofya Camiini müzeye çevirirdi.
Senai Demirci
https://www.dusuncemektebi.com/d/171186/senai-demircinin-kaleminden-mustafa-kemal-ataturk-olmasaydi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)