16 Haziran 2016 Perşembe

Satılık İmparatorluk (Mustafa Armağan) kitabının geniş özeti

Kitap kapağı çok anlamlı olmuş
Kurtuluş savaşını kazandık
fakat bu savaşı bazıları Osmanlı'dan kurtuluş savaşı olarak görmüş ve gerekli adımlar derhal atılmıştır;
+Saltanat kaldırılmış- Cumhuriyet diktası gelmiştir
+Halifelik kaldırılmış- Diyanet diktası gelmiştir (camilerin gereksiz olduğu yönünde yazı hazırlayıp 1000’lerce caminin kapatılmasına sebep olmuştur)
+Arap alfabesi kaldırılmış- Latin alfabesi gelmiştir (böylelikle Araplara(Müslümanlara) özenmek yerine batılılara özenmemiz gerektiği söylenmiştir
+Cami yıkılmış- yerine heykel yapılmış
+Çarşaf yırtılmış- yerine mini etek giydirilmiş
bunu adı laiklik olmuş(gavurluk değil)
kurtuluş savaşı gavura karşı yapılmıştı;
camiler yıkılmasın
Kuran yasaklanmasın
Çarşaf yırtılmasın
Alfabemiz değiştirilmesin
Halifelik yıkılmasın
Osmanlı dağılmasın diye yapılmıştı



İyi de ben Atatürk'ün bu astronomik miktardaki mal varlığını mevcut geliriyle nasıl ve nereden edindiğini sorgulamadım ki? İş daha oraya gelmedi. Neden oraya takılıyorsunuz? Ben sadece resmi belgedeki mal dökümünü aktardım.

Atatürk'ün kendisinin hazırlattığı yüklü mal varlığı dökümünü okuyanın aklına ilk olarak bu rahatsız edici sorunun geleceğini pekâlâ biliyorlar çünkü ve derhal savunmaya, daha doğrusu saldırıya geçiyorlar.
Oysa burada sorulması gereken mantıklı sorular şunlar olmalıydı:
1. Atatürk sahibi olduğu 155 bin dönüm arazi, on binlerce baş inek, koyun, tavuk ve dahi 58 adet merkep, lunapark, yoğurt imalathanesi vesaire demirbaşları hazineye hangi şartlarda devretmişti?
2. Eğer hazineye devretmeseydi bu akıl almaz miktarlardaki taşınır ve taşınmaz mallar hangi şanslı varise veya varislere kalacaktı?
Şimdi ilk soruyu açarak konuya girmeye başlayalım.
1925-1937 yıllarında kesintisiz başbakanlık yapan İsmet Inönü, Sabahattin Selek'e anlattığı ve sağlığında CHP'nin resmi yayın organı olan Ulus gazetesinde tefrika edilen Hatıralar'ında son derece çarpıcı bir iddiayı dile getiriyor.
`En yakın silah ve siyaset arkadaşı' diye sunulan Inönü'ye göre Atatürk, Orman Çiftliği'ni Tarım Bakanlığı'na (Ziraat Vekaleti) satmaya (tam deyimini kullanmaya terbiyem müsaade etmiyor) çalışıyormuş. Kudretli başvekil Inönü buna hemen itiraz etmiş.
Atatürk, çiftliklerde hükümet ve devletin de büyük emekleri bulunduğunu, dolayısıyla "hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satma"nın doğru olmayacağını söyleyen Inönü'ye "Öyleyse ne yapayım?" diye sormuş. O da manidar bir edayla "Bilmiyorum" diye cevap vermiş. Bunun üzerine Atatürk "Vereyim ama nereye vereyim?" diye garip bir sualde bulunmuş. Inönü de "Hazineye ver" demiş ve sonuçta çiftliklerin hazineye devrinin kendi tavsiyesi üzerine gerçekleştiğini ilan etmiş.
Dahası Ismet Paşa o patlayınca nerelere sıçrayacağı bilinmeyen parça tesirli bombanın pimini çekmeyi de ihmal etmemiş. Şöyle demiş:
Aslında [Atatürk'ün] çiftliği elden çıkarmasının bir sebebi de zarar etmesiydi. Ondan [yani zarardan] kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyordu.
Ozetlersek, İnönü'ye göre Atatürk, açıkça zarar eden çiftliği devlete "satarak" Cumhurbaşkanlığı bütçesinden sürekli para emen bu baş belasından kurtulmak istemekle, kendisini de bu haksızlığın önüne geçmeye çalışan hamiyetperver bir siyasetçi olarak sunmaya gayret etmektedir (Ne kadar hamiyetperver olduğunu, daha doğrusu yakınlarına karşı ne yaman hamiyetperverliklerde (!) bulunduğunu başka bir vesileyle anlatırım inşallah.)
Peki bu sözleri kim söylüyor?
Devrin kudretli başbakanı Ismet Inönü.
Nerede söylüyor?
Sabahattin Selek'e anlattığı, Ulus gazetesinde tefrika edilen ve sonra da Inönü Vakfı tarafından Bilgi Yayınevi'nde basılan hatıralarında.
Sizin anlayacağınız, belgemiz sağlam. sayfa 12

Altına imzasını attığı listeye göre Atatürk Ankara'da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova'daki Millet ve Baltacı, Tarsus'taki Piloğlu, Silifke'deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin olduğu gibi, Hatay Dörtyol'daki portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği'nin de sahibi görünmektedir.'
Atatürk vasiyetinde hazineye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor.
İlk kalem, arazidir. Buna göre toplam 154.729 dönüm araziye sahip olduğunu öğreniyoruz. Ayrıntılar şöyledir:
582 dönüm meyve bahçeleri,
700 dönüm fidanlık (650 bin adet fidan),
400 dönüm Amerikan asma fidanlığı (560 bin adet kök bağ çu-buğu),
220 dönüm bağ (88 bin adet bağ kütüğü),
375 dönüm sebze bahçesi 220 dönüm zeytinlik (6600 ağaçlık),
1654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık,
15 dönem kuşkonmazlık,
100 dönüm park ve bahçe ile 2650 dönüm çayır ve yoncalık,
1450 dönüm orman, 148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve meralar.
Ardından bina ve tesisler geliyor. Buna göre 51 adet binanın sahibi olduğunu kendisi yazıyor Atatürk. Şöyle ki:
45 yönetim binası ve ikametgâhı,
7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl,
Aydos ve Toros yaylalarında kurulan 6 mandıra, 8 at ve sığır ahırı, 7 ambar, 4 samanlık ve otluk, 6 hangar ve sundurma, 4 lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 fırın ve 2 sera.
Vasiyetnamenin üçüncü kısmında ise fabrika ve imalathaneler sıralanıyor.

Başbakanlık Arşivi'ndeki belgeden Atatürk'ün birer adet bira, malt, buz, soda ve gazoz, deri, tarım aletleri ve demir fabrikası ile biri Ankara'da, diğeri Yalova'da olmak üzere iki adet modern süt fabrikası olduğunu öğreniyoruz.
Ayrıca yine Ankara ve Yalova'da birer geniş ("vasi") yoğurt imlathanesi, yılda 80 ton şarap üretme kapasitesine sahip bir şarap imalathanesi, elektrikli bir değirmeni, Istanbul'daki bir çeltik ("çelik" değil!) fabrikasında yüzde 40 hissesi, her biri 15'er ton kaşar, 1000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ yapmaya elverişli iki imalathanesi de faal haldeymiş.
Belgede "Umumi Tesisat" başlığı altında aşağıdaki bilgilere yer verilmiş bulunuyor:
Ankara ve Yalova' da iki tavuk çiftliği,
Yalova'daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,
Üçü Ankara'da, ikisi Istanbul'da olmak üzere beş adet satış mağazası,
Orman Çiftliği'nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektrik tesisatları, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde de benzer tesisat.
Orman Çiftliği'nde çiftlik müzesi ile ufak çaplı bir hayvanat bahçesi tesisatı. Listenin en ilginç kısmını ise canlı hayvanlar kalemi oluşturuyor. Buna göre Atatürk'ün,
Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13,100 baş koyunu,
Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep yeni üre-tilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı,
İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklardan 69 adet koşu ve binek atı,
58 adet çoban merkebi (eşeği),
Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2450 adet tavuğu varmış.
Durun, liste bitmedi henüz. Şimdi de sıra Atatürk'ün cansız demirbaşlarında. Atatürk'ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66.000 lira degerincie (bu rakamın üzeri nedense sonradan karalanmış!) "bilumum' ziraat alet ve edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru (Yalova çiftliğı’nde), beş kamyon ve kamyoneti, iki binek otomobili ile I servislerinde çalıştırılan binek ve yük arabası bulunuyormuş.
sayfa: 33

Yazarın Chester imtiyazıyla söyledikleri de yabana atılacak gibi değil.
Can'a göre 1923'ün 9 Nisan'ında mecliste 185 oyla kabul edilen, Chester grubuna Anadolu'nun geleceğini emanet eden imtiyaz kanunu, Lozan'da İngilizlere oynanan bir oyun değil, ülkemizde gözü olmadığı söylenen bir başka emperyalist devlete tanınan iktisadi bir ayrıcalıktı.
Nitekim Mustafa Kemal'in 27 Eylül 1922'de bir yabancı gazeteciye "ülkemizde siyasi tutkulara sahip olmadıkça Amerikalıların Türkiye'deki petrol alanlarını işletmesine karşı olmadığını" belirtmesi, bir yıl önce de Musul petrollerinin "insanlığın ortak yararı uğrunda serbestçe işletilmesi" gerektiğini söylemesi gayet manidardır. Bu sözlerinden Mustafa Kemal Paşa'nın epeyce "küreselleşmeci" olduğu bile söylenebilir!
Peki Chester projesi neydi?

Petroller Amerika'ya veriliyordu

Chester Projesi'nin şartları özetle şunlardı:
1- Ülkemize tarım makinaları ve aletleri getirerek ziraati geliştirecek,
2- Anadolu'da 4400 kilometre uzunluğunda bir demiryolu inşa edecek, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarında 3 liman yapacak, karşılığında demiryolu hatları ile iki yanında 20'şer kilometrelik şerit içindeki, çıkmış ve çıkacak bütün maden (petrol) kaynaklarını 99 yıllığına işletme hakkına sahip olacak,
3- Şirket her türlü gelir vergisinden muaf tutulacak,
4- Hatların geçeceği arazi ücretsiz olarak şirketin kullanımına tahsis edilecek, orman, taş ve kum ocakları ile akarsulardan yararlanabilecek, isterse elektrik enerjisi üretebilecek, telgraf hatları döşeyecek,
5- Ankara şehri inşa edilecek vs.
Yer altı kaynaklarımızın neredeyse tamamını altın bir tepsiyle bir ABD şirketinin avucuna koyan bu kanunun anti-emperyalist olduğu iddia olunan "kurtuluş" savaşından çıkan bir ülkede verildiğine insanın inanası gelmiyor ama vakıa bu. Üstelik 1923 yılı Temmuz ayında Mustafa Kemal'in bir yabancı gazeteciye verdiği mülakatta söylediklerini ne yapacağız? Şöyle diyordu Halaskâr Gazi Paşa:
Biz Amerikalıları Türkiye'de görmek istiyoruz, çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. Zengin ve çeşitli milli kay-naklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Kalkınmamızda Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız.
Şimdi de 1923 demeçlerinden yola çıkarak Mustafa Kemal Paşa'nın "Amerikancı" olduğunu savunan bir akım zuhur ederse şaşmaymız! Öte yandan Hüseyin Yusuf adlı bir zat 1923'te bu proje gerçekleşirse ülkenin ABD tarafından "demir çembere alınacağı" tehlikesine dikkat çekmişti. Belki de ABD kabul etseydi "Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan" marşını başka türlü söylerdik, kim bilir!
Yazıya Prof. Boratav'la başlamıştık, yine onun bir tespitiyle bitirelim:

Lozan Andlaşması'nda emperyalizme verilen tavizler (...) ortaya öyle bir tablo koymaktadır ki, bu tablodan siyasi iktidarın emperyalizme ve onun yerli ortaklarına kesinlikle teslim olduğu sonucunu çıkarmak pek de güç olmayacaktır.

sayfa 90


Ancak oturumları izleyen Said Nursi, namaz vakti gelip de mescide gittiğinde tam bir hayal kırıklığına uğruyordu. Zira milletvekillerinden ancak bir kısmı namaz kılıyordu. Bu durum, kafasında soru işaretleri çaktırdı. Padişah-Halife'nin yetkilerini kullanan bir meclisin kararları, namaz kılınmadığı takdirde dini açıdan sakatlanmaz mıydı? Onun derdi buydu.
Bunun üzerine beyannamesini yayınladı. Milletvekillerine gönderdiginden birkaç kelime farklı bir nüshayı da TBMM Başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal'e ulaştırdı.
"Namaz kılmayan haindir..."

24 Kasım'da Mustafa Kemal "şiddetli bir hiddetle" başkanlık divanına girip Nursi'ye bağırarak "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin" der. Nursi'nin cevabı da aynı sertliktedir:
"imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur."
Bir gün sonra bu defa başkanlık odasında görüşürler. Nursi "bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği halde" Mustafa Kemal'in kendisine ilişmeyip taltifine çalıştığını ifade eder. Mektubat' ta ise islâm'ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyasında büyük zarar doğuracağım, inkılap yapmak icap ediyorsa bunu doğrudan Kur'an'ı esas alarak yapmak gerektiğini söyler. Mustafa Kemal itiraz eder ama onu kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak için cazip tekliflerde de bulunmakta geri kalmaz.
Şebinkarahisar milletvekili Ali Süruri Bey'in (1888-1926) basılmamış olan hatıratı, rejime muhalif olmayan bir milletvekilinin elinden çıktığı için apayrı bir önemdedir. Said Nursi-Mustafa Kemal görüşmesi bu hatıratla ilk kez bağımsız ve o devre ait yazılı bir metin tarafından doğrulanmış olmaktadır.
Ali Süruri Bey hatıratında 25 Kasım günü meclis dağılırken Başkanlık Divanı odasından içeriye baktığını ve "Kemal Paşa" ile "Bediüzzaman" arasındaki konuşmaya bizzat tanık olduğunu anlatır:

Konuşmanın başlangıcında Bediiüzzaman. yazdığı mektupta (beyanname namaz kılmayı tavsiye etmiş. Sonra Şafii mezhebine göre namazı terk edenin şahitliği kabul edilmeyeceğinden, çoğunluğu namazı terk ederse kararlarının da kusurlu ve hükümsüz olacağını söylemiş.
Kaynağımız ardından sözü Mustafa Kemal'in aldığını re beyannamenin "siyaseten sakıncalı' olduğundan söz ettiğini. yalnız kendisi muhatap alınmış olsaydı büyük bir sakıncasının olmayacağını ama milletvekillerine de gönderilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyip "darıldığını belirtiyor. Nursi de bu sakıncayı düşünmediğini itiraf ediyor (yalnız bu son cümlenin sayfa kenarına sonradan eklendiği dikkat çekiyor).
Said Nursi başlangıçta biraz "haşince- konuşurken muhatabının alttan alması üzerine sözlerini tevil edip hafifletiyor ve "aralarındaki kırgınlık zahiren" gideriliyor. Ancak Herhalde iki taraf da birbirine muğber (gücenik) kaldılar- ifadesi dikkat çekiyor.
Yazara göre sözün burasında Mustafa Kemal çok mühim meselelere temas ediyor ve zekâsını gösteriyor. Ardından Bediiüzzaman'ı yalnız şu mübahasede dinleyenler şöhretini pek hakikate muvafık bulmadılar sanıyorum- diyor ve ekliyor.
"Mamafih yine güzel cevaplar verdi. Ve meclisin çok mübarek ve mübeccel olduğundan bahsetti.”

"Kur'an her sayfasında namaz emreder"

Ali Süruri'ye göre Nursi, bundan sonra Mustafa Kemal e şunları söylemiş:
“Siz Kur' an' ı ve İslâm' ı kurtardınız. Kur'an'ı omzunuza kaldırdınız Kur'an ise her safasında salât (namaz) ile emrediyor. Madem-ki Kur'an'ı böyle muhafaza ettiniz, onun emri olan salata da beynelmüslimin te'min-i müdâvemet (Müslümanların namaza devamını sağlamak) için teşebbüs etmeniz lazımdır ve mektubu size onun için yazdım. Sizden başkalarına yazdığını doğru olmayabilir. Fakat böyle bir teşebbüsü sizin hatırınıza onlar da getirsinler diye yazdım. “

Yazar bundan sonra Bediüzzaman'ın (akşam ezanının okunması üzerine) odadan çıktığını, arkasından Mustafa Kemal'in odada bulunanlara, Bediüzzaman'ı beğenmediğini söylediğini ve "Böyle ulemadan ümmet-i İslâmiye'ye (İslam ümmetine) hayır gelmez" dediğini ekliyor.
Bu çok ilginç parçanın yorumunu size bırakıyorum. Ancak Ali Süruri Bey'in hatıralarından sonra artık tartışmaya son nokta konulmuş oldu.
Tarihçe'de anlatılanların bu yeni bulunan hatıratla doğrulanması karşısında bakalım birileri yine çıkıp "hiç belge yok" gibi zırvalar söyleyebilecekler mi?

Not: Aslı Milli Kütüphane'de bulunan bu önemli hatıratı bulmama yardımcı olan İlhan Şimşek, Özgür Izzet Pektaş ve Dr. Niyazi Ünver beylere teşekkür ederim.
sayfa 99-101

Son olarak emekli süvari Albay Şerif Güralp'ın yazdığı -istiklal savaşının içyüzü- adlı kitaptan bazı aktarmalar yapacağım. Güralp içeriden ve resmi tarihe aykırı tespitlerde bulunur. Mesela:
Son taarruzdan biraz evvel birinci ordunun başında bulunan Ali Ihsan Paşa ordunun başından alınmasa, birinci süvari tümeninin eski alay kumandanları, alayları in başında kalsalardı; Yunan ordusunun geriye gidenlerinin en az daha yarısı esir edilerek büyük gazâ daha büyük haşmetle tetevvüç ederdi.'

Başka ilginç tespitleri de var Şerif Albay'ın. Mesela:

Atatürk olmasaydı kahraman Türk milleti teslim mi olacaktı? Buna 'evet' demek için çok insafsız olmak ve Türk milletini tanımamak gerek. Kurtuluş belki biraz daha geç ve güç olurdu, lâkin netice değişmezdi.

Şu sözleri ise kitabımıza 'kapak' olacak güzellikte değil mi?

Bu zaferden sonra (...) Saltanat ve Halife mensupları alacaklarını, vereceklerini halledemeden birer bavul veya çanta ile 3 Mart 1924'te memlekette'', uzaklaştırıldılar. Türkçede bir darb-iı mesel (atasözü) vardır. "Babası oğluna bir bağ vermiş, oğlu babasına bir salkım üzüm vermemiş" derler. Onların dedeleri bize koca bir memleketi bırakmışlardı Biz ise onların evlatlarının gözyaşlarına bakmadan koyduk. Haydi erkekleri gitsin. Min kadınlardan, kızlardan ne istedik, bilmem.'

Ya şu sözlere ne demeli:
istiklal Savaşı topyekün Türk milletinin malıdır. Şahısların değil. fertler daima fanidirler. Milletler ise kıyamete kadar bâkidirler.

Nereden nereye?

Şerif Güralp'ın hatıralarında rastladığım Mustafa Kemal Paşa'nın 9 Ağustos 1921 günü birliklere gönderdiği emri üzerinde yeniden düşündüm. 3 maddenin ilk ikisinde ordunun kumandasını eline aldığını ve ünlü "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır" sözünü söyledikten sonra pek gündeme getirilmeyen 3. maddede şunları yazmış:
Düşmanla muharebeye girmezden evvel birliklerdeki alay müftü ve imamlarının subay ve erlere toplu bir halde iken dua okumalarını ve Allah'tan nusret ve zafer temenniyâtında bulunmalarını emir buyuruyorlardı.

O zaman soruyoruz: Zafer kazanırken Allah var da, inkılap yaparken neden yok? Yok mu edilmesi istendi yoksa? imparatorluk satılığa mı çıkarıldı redd-i miras edilerek? Çıkarıldıysa alan oldu mu? Olsaydı bu kanlar dökülür müydü Balkanlardan Suriye'ye kadarki coğrafyada?

Allah'tan nusret ve zafer... Öbür tarafta "Gökten indiği sanılan kitaplar"... Dava bu kördüğümü çözmekte.
Gördüğünüz gibi susuz bir kuyu başında susuzluktan kıvranıyoruz. Bunlar o kuyunun dibindeki birkaç damla su gibi. Kandırmaz evet ama kandırıldığımızı hatırlatır pekala.
sayfa 125

Devam edelim. Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin'e Havza'dan çektiği 14 Haziran 1919 tarihli ilk telgraf' çarpıcı şifrelerle doludur. Şöyle yazar:

Ülkenin parçalanma tehlikesini ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı kurtarabilir. Izmir'in işgalinden dolayı pek hüzünlü olan kalbinizin "bu kurtuluş noktasına ait ilhamları" bu anda bile hafizamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan aldığım azim ve imanla acizane görevimi sürdürüyorum.
sayfa 142

Padişah söylese dahi

Bakın, 24 Nisan 1920 tarihli gizli oturumda Meclis başkanı Mustafa Kemal Paşa kürsüden neler demiş:
Kutsal Halifemiz efendimiz hazretleri namazı eda etmek için camiye gittikleri zaman dahi İngiliz askeri tarafından götürülüyor. Bu acı şartlara düşmüş olan Padişahımızla özel temas da mümkün olamaz. Bu temastan millet bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, hilafet ve saltanat makamının bağımsız ve korunmuş olmasını vicdani bir emel saymıştır. Bunun için burada çalışıyoruz ve çalışacağız. Müslümanların Halifesinin bundan başka bir şey düşünmesine imkân tasavvur ediyor musunuz? Ben şahsen hiçbir şey düşünmem. Zat-ı şahanenin ağzından işitsem bunun zorlama ve baskı altında [söylenmiş] olduğuna hükmederim.
sayfa 146

Güzel. Şimdi devam edelim tutanaklardan TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın sözlerini okumaya:
Daha dün okuduğumuz iftiradan ibaret olan fetva hepinizin malumudur. Özgürlüğüne sahip olan bir Halife böyle fetva verdirir mi? Hepinizin bildiği gibi, hükümetin gönderdiği emirler [de] yoruma muhtaçtır. Savaş Bakanı [Harbiye Nâzırı] Fevzi Paşa namus, şeref ve haysiyetinden şüphe etmeyeceğimiz bir arkadaşımızdır. Bize gönderdiği bir emirde "İngilizlere saygı göstereceksiniz, emirlerini dinleyeceksiniz, böyle hareket etmezseniz mahvolacağız" diyordu. Bazı zayıf düşünceli kişiler muhtemelen [emrin samimiyetinden] tereddüde düşüyorlardı. Fakat biz bunun düşman tarafından not edildiğine hükmettik. Yaveriyle haber gönderdi, "Aman, Fevzi Paşa süngü altında, o emre önem vermeyin" diye. Istanbul'un acı baskısı altında biz dahi olsak, insanız, işitildiği takdirde mahvımıza sebep olacak bir sözü nasıl söyleyebiliriz?

sayfa 147

Harf inkılabı'nın Türkiye'de Batılı tarzda bir yönetim kurmakla alakası, Latin harflerinin kolay olduğu sayının arkasına gizlenmeye çalışılsa da, bunu açıkça itiraf edenlere de rastlamıyordu.
Mesela İbrahim Necmi (Dilmen) Cumhuriyet'in 1934 Almanağı'nda yer alan "Türkiye'de dil inkilabı" başlıklı yazısında "Edebi bir geçmişi olan büyük bir milletin bütün kültürünü yaymaya yarayan yazısını esaslı bir surette değiştirmesi çok büyük bir iştir" dedikten sonra sözlerine şunları eklemiştir:
Büyük şefin yüksek hamlelerinden biri ile tahakkuk eden Harf İnkılabı, Türk milli bünyesinin içine karıştırılmış olan Şark ve İslam [orijinalde iki kelimenin de baş harfleri küçüktür] varlıklarının bağını kırmıştır. Arap harflerinin kelimeyi klişeleştiren, fakat okumayı güçleştiren yazı şekli ortadan kalkarken bütün bir zihniyetin de iflas' ilan edilmiştir. Latin kökünden gelen yeni Türk harfleriyle Türk milleti, bütün dünyaya kendisinin Avrupalı medeniyeti benimsemiş bir Avrupa milleti, bir ileri millet olduğunu inkar edilemez bir delil ile göstermiş oldu.
Diğer birçok tanıklık daha sergilenebilir ama asıl meselenin Batı medeniyetine geçmek ve Arap-İslâm-Osmanlı kültüründen, yani ‘maziden kopmak' olduğu gerçeğini değiştirmez bunlar. Nitekim Harf inkılabı'm Türkçeyi ve Türk tarihini Islâm-Osmanlı ekseninden çıkarma yolunda koparılan inkâr fırtınasının takip etmesi de asıl niyetin ne olduğunu gösterir.
Velhasıl Latin harflerinin 'kolaylık' veya 'Türkçeye uygunluğu’ gerekçeleri, aslında bu 'büyük niyet' in bahanelerinden ibarettir.
sayfa 198

İşte Harf inkılabının altındaki gerçek saike cesurca işaret eden Geoffrey Lewis (ö. 2008), onun adını koymaktan da çekinmeyenlerden bir olmuştur. Şöyle yazar kitabında:
Alfabe değişikliğinin amacı Türkiye'nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyasıyla olan iletişimi kolaylaştırmaktı.

Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için yapıldığı söylenir Harf Inkılabı'nın. Oysa bu bahaneyi de bir soruyu matkap gibi kullanarak delmek mümkündür: Her muasır medeniyet seviyesine ulaşmak isteyen millet alfabesini değiştirmiş olsaydı, bugün bütün dünya dilleri Latin alfabesiyle yazılıyor olurdu. Ancak dünyanın en çok kullanılan dillerinden Hintçe ve Rusça alfabe elbisesini değiştirmeden yollarına devam etmiştir. Üstelik bu alfabeleri öğrenmek gerçekten de zordur ve üstün nitelikli, sıkı bir eğitimi gerektirmektedir. Mesela Japonlar eğitim sistemlerinin zor olmasıyla övünür ve Amerikan okullarının ülkelerinde yaygınlaşamayışının sebebini buna bağlarlar. Petersburg'da kaldığım günlerde (2002) metroda bile Latince yazıya rastlayamazdım. Hiç değilse birkaçının Latin harfleriyle yazılması iyi olurdu dediğimde bu harflerin İkinci Dünya Savaşı'nda Rusların pek işine yaradığını, Kiril harflerini bilmeyen Almanların şehre tam olarak hakim olamadıklarını anlatmışlardı.
sayfa 201

Şimdi iki gazete haberine odaklanmak istiyorum. Bu yazılar İslamcı bir Yayın organında değil, Cumhuriyet gazetesinde çıktığı için susturucu belge değeri taşımakta.
"Bu ne insafsızlık!"
Birincisi, Atatürk devrine ait... 20 Nisan 1936 tarihli Cumhuriyetin haberi şöyle: "Bu ne insafsızlık. Seferihisar'da tarihi bir cami ahır yapılmış!"
Habere göre İzmir Seferihisar'da bulunan Hereke köyündeki II. Bayezid zamanından kalma bir tarihi cami tahrip edilmiş ve ahır haline getirilmiştir. Sadece cami değil, medrese ve kütüphanesi de bulunan bu viranenin bazı parçaları inşaatlarda kullanılmıştır.
Yine Cumhuriyet gazetesinden seçtiğim 23 Mayıs 1948 tarihli haberin başlığı ise şöyle:
"Cami hiç ahır olur mu?"
Gazetenin "Hem Nalına, Hem Mıhına" köşesinde çıkan imzasız yazıya bakılırsa İstanbul'un Silivrikapı semtinde Sitti (yazıda yanlışlıkla sünni diye geçiyor) Hatun Camii'nin yanından geçmekte olan bir doktorun dikkatini garip bir görüntü çeker. Harap haldeki caminin kapısı önünde tek atlı bir muhacir arabası durmakta, kapının yanında da bir "gecekondu odası" bulunmaktadır.
Etraftakilere sorar doktor. "Burası nedir?" Öğrenir ki, camiyken harap olmaya yüz tuttuğu için Vakıflar Idaresi burayı kiraya vermiştir. Kiralayan kişi de camiyi ahır olarak kullanmaktadır.
Sorduğu kişiler, şikayet edildiği halde kimsenin ilgilenmediğinden şikâyete başlarlar bu defa. Doktor, kapısı açık olduğundan birkaç adım ilerleyerek içeriyi inceler. "İçinin samanlık, beygir ve inek ahırı olduğunu" bizzat müşahede eder ve şunu yazar:
Eslafımızın (atalarımızın) binbir itinayla yaptırıp bize yadigâr bıraktığı böyle mabedlerin harab olmasına lakayid kalıyoruz, sonra da ahır olarak kullanıyoruz.
sayfa 224



Bir hocaefendinin notlarında Afyon'da tarih katliamı

Ömer Fevzi Atabek adlı Afyonlu hocaefendinin Afyon (Vilayeti) Tarilçesi adlı kitabı' konumuzla ilgili pek çok noktayı ilk elden müşahedeleriyle dolu. Bazı kısımlarının günü gününe tutulması bakımından neredeyse benzersiz bir eser. Onun sayesinde 1930'1u yıllarda Afyon'da bir yandan tarih katliamı yapılırken kadınların giyim kuşamlarına da nasıl müdahale edildiğini, en önemlisi de Zafer Anıtı'nın kaça mal olduğunu ayrıntılı olarak öğrenme imkanını buluyoruz. Ayrıca 1938'de açılan bir Kur'an Kursu'nu polisin bastığı ve Kur'an'lan topladığı, isim belirterek ve günü gününe kaydedilmiş bulunmaktadır.
İşte bu değerli bilgiler içeren kitaptan seçtiğimiz Afyon'da gerçekleştirilen tarih ve inanç katliamından bazı çarpıcı sahneler:

Tahtalı Kabristanı: Hükümet Binası arkası, Kahvebahçesi, Kütüphane, Halkevi binalarının bulundukları yerlerdir. 1925 yılında Karahisar'a gelen Kolordu Kumandanı Liva Derviş Paşa, Şeyh Said isyanı zamanında bu kabristanın dikili ve tarihi taşlarıyla muharebe etmiştir (savaşmıştır). Derviş Paşa gizli verdiği emirle bütün garnizon efradını zabitanıyla (subaylarıyla) birlikte balta, kürek, balyozlarla seferber ettirerek Ramazan-ı Şerif'te, hususiyle Kadir gecesi başlarında Kolordu Erkân-ı Harb Reisi (Kurmay Başkanı) Kaim-makam Reşid Bey; yukarıdan aldığı gizli emirle kabristanda toplanan efrada emir vererek ve inzibatları münavebe ile nöbet beklemek suretiyle sabaha kadar bu kabristanda taş taş üstünde bırakmamışlardır. Kabristanın duvarı yüksek olduğundan sabahleyin oradan gelip geçen kimseler bır yığın taş görerek çok müteessır olmuşlar ve içten gözyaşı dökmüşlerdir.

İşte ecdadın hüviyetini ve hüviyet alameti olan taşlarının sanatı, mazinin kıymetli tarihleri (böyle) toprağa karışmıştır .
Umurbey-Paşa Camii: Bu camide askeri fırka (tümen) kumandanları ve erkân-ı hükümetten (devlet erkâmından) olanlar resmi elbiselerini giymiş oldukları halde bayramlarda bu camide bayram namazını kılarlar. Namazı müteakip Hükümet Konağı'nda bayram tebrik merasimi yapılır. Gerek firka kumandanları ve gerek hükümet reisi (paşa) rütbelerini haiz (takmış) olurlar. Bundan dolayı bu paşaların bulundukları bu camiye Paşa Camii denilmiştir. Halbuki bu cami Demirtaş Paşazade Umur Bey'indir. (...)
Abide münasebetiyle tarihi ve asar-ı atikadan (eski eserden) olan bu cami 21 Kasım 1933 Salı gününden itibaren minare ve minare ittisalinden (bitişiğinden) itibaren yıktırılmaya başlanmıştır. Müteahhidi Bedrik Mahallesi'nden Sarrac Emin oğlu Haşim Usta idi. Merkum (bu kişi) işini bitirir bitirmez vefat etmiş ve aldığı, taahhüd ettiği 40 lira parayla cenazesi kaldırılmıştır .
31 Aralık 1932 Cumartesi: Bugünden itibaren Ezan-ı Muhammedi okunmamağa ve yerine "Tanrı ulu" diye okunmağa başlandı. Bu mübarek ayda herkese bir me'yusiyet (hüzün) perdesi çekildi.
24 Şubat 1933 Cuma: Cuma namazından sonra Tekye (Mevlevihane) Camii'nde Belediye namına Mevlid-i Şerif okundu. Tekbir alınmadı. Türkçe tekbir diye "Tanrı ulu" taklit edildi. Ve okuyucuların başları açtırılmıştır.
3 Mart 1933 Cuma: Bugünden itibaren Pazar günü ikindi ve yatsı ezanlarını müteakip salat ve selam ve Cuma selası, Perşembe günü ikindi ve yatsı ezanlarını müteakip salat ve selam, sabah ezanından evvel salat ve selam ve bunlardan başka da büyük zatların ölümünün ilanı için minarede "su salası" verilmesi men edilmiştir (yasaklanmıştır).
15 Kasım 1933 Perşembe: Heykelin temel kazığı çakıldı.
20Ağustos 1935 Salı: Belediye tarafından kadınların manto giymeleri ve yüzlerinin açılması için dellal ile ilan edilmiştir.
5 Ekim 1935 Cumartesi: Heykel geldi ve yerine konmaya başlandı. KriPPel isminde heykeltıraş bir Almana (.. .) 40 bin dolar (80 bin Türk lirası), bilahare 6 bin Türk lirası daha mükafat olarak verilmiştir. Abidenin kaide kısmı, keşfi mucibince (gereğince) 26 bin Türk  lirasıdır. Abidenin rekzi (dikilmesi) münasebetiyle Hacı Mahmut Mahallesi'nden 600 Dane dağıtılmıştır. Ve asar-ı atikadan olan Umur Bey (Paşa) Camii de yıktırılmıştır.
26 Ekim 1935 Cumartesi: Heykelin dikme ameliyesi (işlemi) bitmiştir.
5 Kasım 1935 Salı: Polisler ve bilhassa Belediye memurları tarafından çarşaflar ve peçeler yırttırılmıştır.
1935 yılında Güdük Minare-İmadüddin Camii ittisalindeki kabristana da arabacı dükkanları yaptırıldı.
29 Ocak 1936 Çarşamba: Küçük Bedesten'in Yemeniciler kısmı yıktırıldı.
3 Ağustos 1936 Pazartesi: Eski Küçük Bedesten'in Otpazarı Camii tarafındaki dükkânlar yıktırılmıştır.
9 Ağustos 1936 Pazar: Eski Bedesten'in yıkılmasına başlanmış ve yıkılma ameliyesi 8 günde bitmiştir.
26 Ağustos 1936 Çarşamba: Belediye zabıta memuru tarafından tesadüf edilen yüksek aileden bulunan bir kadının yarı yüzünün açılması suçundan dolayı bir zabıt varakası (tutanak) tutulmuştur. Otpazarı Camii'nin kıble cihetinde bulunan medrese, Nakşi tekkesi yıktırılarak büyük bir kabristan ile yerlerine Sebze Hali yaptırılmıştır.
5 Mart 1937 Cuma: Bugün kadınların başlarından atkıların kaldırılması hususunda belediye tarafından dellal bağırttırılmıştır.
6 Mart 1938 Pazartesi: Kur'an Kursu-Huffaz Mektebi açılmıştır. İlk hocası Vakfıkebirli Hafız Mehmed Eren idi. Mezkür (ayni) tarihte Emniyet Müdürü Mehmed Tanyeri olup mektepten Kur'an-ı Kerimleri toplattırmıştır.
sayfa 278

Mustafa Armağan’ın Satılık İmpatorluk kitabından alıntı yapılmıştır.


1 yorum: