20 Ekim 2019 Pazar

Harf Devrimi'nin amacı İslam'dan uzaklaştırmak







Yüzyıllardır kullanılan Kur’an hattı yani Osmanlıca alfabe 89 yıl önce bugün değiştirilmişti. Çağdaşlık adı altında aslında İslami kimlikten uzaklaşma amacı taşıyan alfabe değişikliği milleti bir anda geçmişten kopardı.

27 Aralık 1928'de gazetelerde bir haber yayınlanır. 'İstanbul Belediyesi, eski harflerle yazılı tabelalarını değiştirmeyen dükkân sahiplerini cezalandırdı.' Harf inkılabı gerçekleştireli henüz iki ay bile olmamışken 'dükkan tabelasını' değiştirmeyen esnafa ceza uygulanması o yılların baskıcı zihniyeti hakkında bilgi vermesi açısından aslında yeterlidir. Ancak 1 Kasım 1928'de gerçekleştirilen bir inkılabın, cebri uygulamalarla halka baskı kurulmasının altında yatan fikirleri görmemiz lazım.

HARF İNKILABI ÖNCESİ

Henüz harf inkılabı olmamıştır. Mahmut Esat Bozkurt hatıralarında; M. Kemal’le arasında geçen harf inkılabı kararı ile ilgili şu diyalogu aktarır:

M. Kemal “Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?” diye sorar. “Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa müddetli teklif var” diyen Bozkurt’a “Ya üç ayda olur, ya hiç olmaz” cevabını verir.

Harf inkılabının ilk uygulamaları Isparta’da başlamıştır. Resmi kabul 1 Kasım 1928 tarihi olmasına rağmen Isparta’da kurslar 12 Eylül 1928’de başlatılmıştır.

HARF İNKILABINDA PİLOT BÖLGE: ISPARTA

Harf inkılabı resmi olarak 1 Kasım 1928'de gerçekleştirilmiş olsa da öncesinde 12 Eylül 1928'de fiili çalışmalara başlanmıştır. Özel ve resmi kurslar açılarak halk buralara yönlendirilmiştir. Manidar olansa harf inkılabı uygulamaları için pilot bölge olarak Isparta'nın seçilmesidir.

Yazar Ahmet Özkılınç “Akrebin Kıskacında” adlı kitabında, Bediüzzaman’ın sürgün edildiği Isparta’nın, tek parti döneminin Harf Devrimi gibi bazı icraatları için ‘pilot bölge’ seçilmesinin ‘tesadüfî’ olmadığını söylüyor.

NEDEN ISPARTA?

1928 yılı Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Isparta'da zorunlu ikamete mecbur edildiği dönemler. İslam harflerinin muhafazasını mesleğin bir vazifesi bilen Bediüzzaman Hazretleri bu yıllarda üst üste bazı risaleler yazdırır. Bunlardan biri de yeniden dirilişin inkar edilmeye çalışıldığı bir dönemde yazdırdığı Haşir Risalesidir. Onuncu Söz adıyla da bilinen Haşir Risalesi hem Isparta çevresinde hem Ankara’nın en üst makamlarındaki önemli şahısların eline geçmiştir.

Yine aynı yıllarda Maarif (Eğitim) Şurasında müfredatlarda ahiretin olmadığının ders kitaplarında yer almasına dair kararı alınmıştır. Bu sırada şura üyelerinden biri Haşir Risalesini okumuştur. Endişesini dile getirerek “Said Nursi bizim çalışmalarımızdan haberdar oluyor” der. Tecrit altında ve dış dünyaya kapalı birisinin yazdığı eser nasıl tâ Ankara’ya ulaşır?

Onuncu Söz aslında büyük bir oyunu deşifre etmiş ehl-i iman için âdeta çelikten bir sur olmuştur. Harf inkılabının Isparta’da uygulanmasının altında yatan etken Risale-i Nur’un yayılmasını kısa sürede engellemektir.

ISPARTA'DA GECE DERSLERİ

Isparta'nın pilot bölge olmasıyla beraber hemen çıkartılan bir yönetmelikle genç-ihtiyar, kadın-erkek herkesin halk evlerinde geceleri yapılacak derslere katılması 'emredilir'. O zamanlar hala İslam harfleriyle yayın yapan 'Isparta Gazetesi'nde bir de ihtar vardır. İhtarda geceleri 'laklakalar' vakit geçirip kurslara katılmayanların 'cahilliklerinin katmerleşeceği' söylenmektedir.

BEDİÜZZAMAN VE İSLAM HARFLERİ

Bediüzzaman bir yandan İslam harflerinin muhafazasına çalışıyor bir yandan da İslam harflerinden tamamen habersiz yetişen yeni mektepliler için Risale-i Nur'ların yeni harflerle basılmasına müsaade ediyordu.

Bediüzzaman İslam harflerini değiştirenlerin asıl amacını gördüğünden yıkmak için uğraştıkları bir kaleyi tamir ediyordu. Mektubat adlı eserinin 29. mektubunda geçen şu bahis İslam harflerini kaldırmak isteyenlerin asıl niyetlerini açığa çıkarıyor.

'"Dokuzunce mes'ele: Ey ihvan, madem Cenab-ı Hak kemal-i rahmetiyle bizi Kur'ân-ı Hakîm'e hizmetkâr kabul ettiğini gösterir bir tarzda bizi muvaffak ediyor, biz de rahmetine ve inayet ve tevfîkine istinad edip, merkez-i nuraniyenin etrafında mütesanid daire-i muhita olmaya çalışmalıyız. Hatt-ı Kur'ânî'nin ref'ine çalışanları susturmalıyız. Kur'an'ı unutturmaya niyed edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız…"

BAKİLER: HARF İNKILABI İSLAM’DAN VE KURAN’DAN UZAKLAŞMAK İÇİN YAPILDI!

Yavuz Bülent Bakiler: "Atatürk de bir insandır. Onun da yanlışları olmuştur. Eleştirmek düşmanlık değildir. Dil, din ve musikide inkılap olmaz. Dil devrimi olmaz, dili ortadan kaldırır. Osmanlı'nın elbette hataları var, Cumhuriyet'in de hataları var. Osmanlı'nın edebiyatta Farsça'yı kullanması yanlış. 'Harf inkılabı İslam'dan ve Kur'an'dan uzaklaşmak için yapılmıştır.' Osmanlı bizim şerefimizdir. Cumhuriyet'in ilk kurucuları arşivimizi Bulgaristan'a sattı. Şapka devriminden sonra mezar taşlarındaki sarıklar, fesler yıkıldı. 1946 yılında demokratik nizama geçtik. Köy Enstitüleri'nin kapatılması gayet isabetli olmuştur. Milletimizin dili öztürkçe değildir. Çocuklarımızı öztürkçeye mahkum etmek irticadır." (SkyTürk360'da ekranlara gelen Karakutu programı)

KÜLTÜRÜMÜZÜN ALDIĞI İKİ BÜYÜK DARBE: HARF İNKILABI VE DİL DEVRİMİ

Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan:

Kültürümüzün iki büyük darbe aldığını hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Harf inkılabı ve dil devrimi. Zihnimiz daraltıldı, ifade imkanlarımız kısıtlandı! Çünkü kelimelerimizi kaybettik! Cumhuriyete geçtiğimizde aydınlarımızın kullandığı sözlüklerin en azı 30 bin kelimelikti. Dil Kurumu’nun 1945’te yayınlanan ilk sözlüğünde 20 bin kelime bile yoktu! Ki bu kelimelerin neredeyse yarısı yeni uydurulmuş kelimelerdi, kullanım değeri belirsizdi veya yoktu. Müthiş bir tasfiye ile (‘soykırım’ bile diyebiliriz) karşı karşıyaydık. Bunun ciddi sonuçları oldu. Günlük dilde daralma en görünür kısmı bu halin. Günlük dilde kullandığımız kelimelerle turistlerle anlaşabiliriz, fakat oturup doğru dürüst konuşamaz, sohbet edemeyiz. Dil yanlışları günlük gazetelerde, televizyonlarda ve radyolarda almış başını gidiyor. Sosyal medya denilen ve kuş dili konuşulan mecrayı hiç kaale almadan söylüyorum bunu. Silkinmemiz, kendimize gelmemiz lâzım.

AMAÇ İSLAM MEDENİYETİNDEN ÇIKMAKTI

Mustafa Armağan:

“Harf inkılabı tek başına bir inkılap olsaydı belki 84 yıldır öğretilmeye çalışılan gerekçelere inanabilirdik. Ama 1924 yılından beri Hilafetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, liselerden Arapça ve Farsça’nın kaldırılması, Medeni Hukuk’un İşviçre’den getirilmesi gibi pek çok değişiklikliği düşündüğümüzde bir sürpriz değildi. Cumhuriyetin mantığının bizi götürmek istediği yerin bir göstergesi. Bir İslam medeniyetinden çıkarıp bir garp, yani Batı medeniyetine transfer etmenin yöntemlerinden bir tanesiydi. Biz bunu böyle görmezsek laf meselesi arasında kayboluruz. Bunu açılıkla söylemelerini beklerdik. "Biz İslam medeniyetinden uzaklaşmak istiyoruz. Batı medeniyetine gitmek istiyoruz" diyemedikleri için böyle konuşuyorlar.”

İSRAİL İKİ BİN YILLIK ALFABESİNE GERİ DÖNDÜ BİZ İSE…

“20. yüzyılda iki ülke harf inkilabı yapıyor. Bunlardan biri İsrail, birisi de Türkiye’dir. Biz 900 yıllık geleneğimizi bırakıp bizi geri götürüyor diye Batı medeniyetini kullandığı Latin Alfabesi’ni alıyoruz. 1948’de israil bütün vatandaşları Latin Alfabesi’ni bilmesine ve Batı dillerini konuşup yazmalarına rağmen Latin Alfabesi’ne değil de israil’in 2000 yıl önceki İbranice Afabesi’ni diriltiler. İsrail böyle İsrail oldu. Yediğimiz domatesten tutun da F16’ların yazılımların yapıldığı ülke olduğunu düşünürsek alfabe onları geri değil ileri götürmüştü. Alfabeninin bir milleti ileri veya geri götürmesi gibi bir durumu yok. Çin, Japonya ve uzak doğu ülkeleri medeni olabildiler. Latin Alfabesi ile biz 84 yılda nereye geldik? İslam medeniyeti 11. ve 12. yüyılda nasıl dünya medeniyeti oldu. Demek ki alfabenin tek başına bir ülkeyi medeni yapması gibi bir ihtimal yok. O yüzden Harf İnkılabı bu ülkenin kültürüne vurulmuş en büyük darbelerden bir tanesidir. Kültürümüz inançlarımız ve değerlermiz üzerinde çok büyük bir tahribat yapılmıştır."

Kaynak: Harf Devriminin amacı İslam'dan uzaklaşmak


Dilimizi Dilim Dilim ettiler… Güneş Dil Teorisi Saçmalığına giden süreç

M. Kemal Atatürk 1928 yılında yaptığı harf devriminden sonra, bu devrimin güçlenmesi ve köksalması için kültür hareketi başlatıyor. Bu hareket doğrultusunda Arap ve Fars kelimeleriyle ilgimiz kesilmek isteniyor. Bu tasfiyecilikle Cumhuriyet Türkçesinin içinde yer alan Arapça ve Farsça asıllı bütün kelimeler aforoz edilerek, yerlerine öz Türkçe olduğu iddia edilen yeni karşılıklar bulunuyor. M. Kemal Türkçe asıllı olmadığı için “şey” kelimesini bile kullanmak istemeyen bir aşırılıkla hareket ediyor ve bu anlayış haliyle dili bir çıkmaza sokuyor. M. Kemal’in en yakınlarından Falih Rıfkı, “Çankaya” isimli kitabında M. Kemal’in kendisine şunları söylediğini yazıyor:

“Dili bir çıkmaza saplamışızdır. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız.”[1]

Yani, M. Kemal açıkça yanlış yaptığını, hatalı olduğunu itiraf ediyor.

M. Kemal 1934 tarihinde başka bir emir veriyor… Ancak bu emrini vermeden önceki mesajına bir bakalım ve dilimizi nasıl tahrif ettiklerini görelim:

“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu Kutlularım” (Imza): Gazi Mustafa Kemal.***

Saçmalığın boyutunu anlayabilmek için iki örnek daha verelim:

Mülkiyenin Kuruluş Yıldönümü dolayısile gönderilen yazıdan bir kesit (11 Aralık 1935)

“…işte bu intibaı kendi kafamda ve vicdanımda duyduktan sonradır ki telefonunuzun birinci satırının sonundaki dalgınlık aydınlandı. Ben büyük Ismet Inönünün karşısında bulunmakla mutlandığı göreyden, manen değilse de maddeten uzak bulunmuş olmaktan teessür duymadığımı söyleyemem. Ancak şununla müteselliyim ki senin, hakikati, asaleti, millet ve devlet için gönülleri ateşlileri benim kadar ve belki benden daha parlak görür olduğunu bidiğimdir. (…)”[2]***

Bir misal daha… 4 Ekim 1934 tarihli CHP’nin yayın organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Gazetesi’nde yayınlanan bir habere bakalım. Haberde M. Kemal ve misafirinin bir ziyafette yaptıkları konuşmalara yer veriliyor. Hangisi daha anlaşılır diye sorulacak olsa, şüphesiz “yabancı” konuğun konuşması daha anlaşılır cevabı gelecektir:

Isveç Kralı ve Türkiye-Isveç Ilişkileri Hakkında Konuşma 3 Ekim 1934

M. Kemal tarafından memleketimizi ziyarete gelen Isveç Veliahdı Prens Güstav Adolf şerefine Çankaya Köşkü’nde verilen ziyafette söylenmiştir:

“Altes Ruayâl,

Bu gece, yüce konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız.

Isveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.

Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir.

Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.

Altes Ruayâl,

Yetmiş beşinci doğum yılında oğuz babanız, bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erk sürmenin gücü işte bundadır.

Ünlü babanız, yüksek kralınız beşinci Güstav’ın gönenci için en ıssı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl, sizin Altes Ruvayâl, prenses Louise, sevimli kızınız Altes Prenses Ingrid’in esenliğine, tüzün Isveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum.”[3]***

Bu da Isveç Veliahtın söylediği nutuk:

“Reis Hazretleri!.. Haşmetlû Isveç Kralı Hazretleriyle ailem ve şahsım hakkındaki çok dostane sözlerinizden pek ziyade mütehassis olduğum halde Prenseslerle birlikte Türkiye’yi ilk defa olarak ziyaretimizden fevkalade memnun ve mahzuz olduğumuzu Zat-ı Devletlerine temin etmek isterim. Bize karşı gösterilmiş olan güzel kabul, bizde çok kıymetli bir hatıra bırakacaktır. Hatırası Isveç’te hala canlı olan tarihi hadiseler vaktiyle milletlerimizi birleştirmiştir.

Şu halde terakkisi Zat-ı Devletlerinin münevver ve şeciane idareleri altında bahir bir surette göze çarpan genç Türkiye cumhuriyetinin doğmasının, kuvvet bulmasının memleketimizde çok hususi bir alâka ve teveccühle takip edilmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Birbirlerinden uzak mıntıkada ve yekdiğerinden tamamiyle farklı şartlara tabi bulunan memleketlerimiz, aynı gayeyi, fikri ve iktisadi memba ve servetlerimizin inkişafını mümkün kılacak yegane çare olan sulhun istikrarı gayesini takip ediyorlar. Bu gaye edildiği ve dünyada itimat hüküm sürmeğe başladığı takdirde milletlerimiz arasında daha normal münasebata rücu ümidi hasıl olabilecektir. Türkiye ve Isveç, her ikisinin de muhtaç olduğu mütekabiliyet esasına müstenit ticari münasebetleri de bundan müstefit olacaklardır. Kadehimi, yeni Türkiye’nin Büyük Gazisi Zat-ı Devletlerinin sıhhatine ve asil, kahraman Türk milletinin saadet ve refahına kaldırır ve içerim.”

Gördüğünüz gibi M. Kemal’in konuşması, tam bir rezalet…

M. Kemal’in dostu Falih Rıfkı Atay anlatıyor: “Atatürk denemeden yılmayan ve denemenin ara sıra gülünç de olsa, bütün külfetlerine katlanan gözü pek bir devrimci idi. ‘Türkçe’nin öz gücü nedir, anlayalım’ dedi ve hepimizi hiçbir yabancı söz kullanmadan yazmaya ve konuşmaya davet etti. O günlerde beş on satır yazabilmek için yemek masası etrafında dört döndüğümü hatırlarım. Yunus Nadi daha kolayını bulmuştu: Osmanlıca yazıyor, içeride Tarama dergisinden öztürkçeye çevirtiyordu. Ertesi gün kendi yazdıklarını kendi anlamıyordu.

Bir akşam da, Şükrü Kaya’ya öz Türkçe bir nutuk söyletti. Şükrü Kaya, kekeledi durdu:‘Iç Işleri Bakanı’mız, Orta Asya’dan gelip de derdini anlatamayan birine benziyor. Demekten kendimi alamadım.”[4]

Nihayet bu saçmalıkların farkına varılıyor ve 1934 yılında Saffet Arıkan’ın teklifiyle “Osmanlıcadan Türkçeye-Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzları” formülü deneniyor… Bu devrede M. Kemal; “Ismet Paşa’yı gördüm. Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık, bu kadar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık” diyerek bu konuda da hata yaptıklarını itiraf ediyor. Bir devlet reisinin bu kadar hata yapma lüksü var mıdır? Milletin dili deneme tahtası mıdır diye ciddi ciddi sormak gerek aslında.***

Güneş Dil Teorisi

Dilin arıtılarak zenginleştirilmesi için ortaya çıkan dil reformunun bu yaklaşımı dilin kısırlaşmasıyla sonuçlanıyor. M. Kemal bu işin yürümeyeceğini anlıyor ve bunca tahrifattan sonra “dilsiz” kalmamak için son bir kurtuluş çaresi olarak gördüğü “Güneş dil teorisi”ni 24 Ağustos 1936’da şapkasından çıkarıyor.

Teori özetle şöyle;

“Madem ki Türk dili dünyanın temel dillerinden birisidir. Dünya dilllerindeki birçok kelime bu teoriye göre Türkçe’den çıkmıştır. O halde bizim dilimizin içerisinde kullanılan ve yabancı asıllı olduğu iddia edilen kelimeleri sözlükten atmamıza gerek yok. Onlar da dilde kullanılsın, fakat bu kelimelerin aslının Türkçe olduğunu ispatlamak lazım.”

Tabii Türkçe dışında kelimelerin kullanılmasının mecburi oluşu, aynı zamanda Türkçe’nin yetersizliğinin de delilidir… Bu da bir nevi aşağılık kompleksine sebep oluyor. Bu yüzden “kullandığımız yabancı kelimeler aslında Türkçe’dir” tezini, daha doğrusu saçmalığını ortaya atıyor.

Durum o hale geldi ki, M. Kemal “tcyb” (sinüs) ve “teceyb”in (kosinüs) Türkçe karşılıklarının bulunması için 29 Mart 1937 tarihli Ulus gazetesine ilan verdirerek bir yarışma dahi açtırıyor.[5] Saçmalamanın sonu yok nasıl olsa.***

Güneş Dil Teorisi saçmalıklarından sadece birkaçı (Kalp krizi geçirenler olursa, sorumluluk kabul etmiyorum) :– Ünlü filozof Aristoteles (Aristo) hakkında; “Ali ustadan” geliyormuş.***

– “Niagara şelalesinin” ismini alış hikayesi çok ilginçtir. Bering boğazı yoluyla Amerika kıtasına geçen Türkler (sonradan Kızılderili olarak adlandırılacaklardır) kıtayı keşfe başlarlar. Bir müddet ilerledikten sonra önlerine korkunç gürültüler çıkaran bir şelale çıkar. Bu durumdan çok etkilenen Türkler “ne yaygara! ne yaygara!” derler. Zamanla “ne yaygara” yerini Niagara’ya bırakır.[6]***

– Kültür kelimesi için; “`Keltirmek´ mastarının kökünden kurulmuş olduğundan ana kaynağı Türkçe görünür” diye saçmalamış.***

– “Amazon Nehri” ile ilgili: Kıta keşfine devam eden Türk boyları Güney Amerika’ya kadar gelmişlerdir. Burda ucu bucağı olmayan bir nehir görürler ve tüm çabalara rağmen sonunu bir türlü bulamazlar. Hayretler içinde kalıp “amma uzun!” demişler. Zamanla bu “amma uzun”, “Amazon”a dönüşmüştür.[7]

Böyle ilim olur mu??***

Zaten Falih Rıfkı Atay’da kelime “uydurulduğunu” itiraf ediyor… Örneğin “Genel” kelimesinin uydurulmuş olduğunu açıkça yazıyor.[8]

Bu konuda bir örnek olarak aslı Arapça olan “hüküm” kelimesinin nasıl Türkçeleştirildiğini reform çalışmalarına katılan Falih Rıfkı Atay’dan dinleyelim:

“Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmıştık. Sağımda Naim Hazim Hoca, solumda Yusuf Ziya. Sıra “hüküm” kelimesinde. “Bir karşılığı yoksa alıkoyalım” dedim. Naim Hoca’da, Yusuf Ziya da “Olamaz” dediler… Hayli tartıştık. Toplantıdan sonra Asya Türk lehçelerini pek iyi bilen Prof. Abdulkadir Inan bana gelerek: “Hiç üzülmeyin, “hüküm” kelimesini yarın Türkçe yaparız Falih Bey” dedi. Ve ertesi gün usulca elime bir pusula verdi. Radloff’a göre bazı Türkçe lehçelerinde “ök” akıl demekmiş, “ük” şekline girdiğini gösteren örnekler de kağıtta yazılı idi. Bir uzak lehçede “um”, “üm”le isim yapıldığı üzerine de bilgi edinmiştim. Alt tarafı kolaydı: ük, üküm kullanıla kullanıla “hüküm” olmuştu. Toplantıda “Hüküm Türkçedir” dedim ve sabahleyin öğrendiklerimi sayıp döktüm. Iki hoca da susa kalmışlardı. “Uydurma” demeyeyim de “yakıştırmacılık” ilminin temelini atmıştık.”[9]

Sonuç olarak gelinen aşamayı ifade etmesi açısından Yunus Nadi’nin ifadeleri dönemin genel özelliğini özet biçiminde açıklar mahiyettedir:

“Gazi gayet tılsımlı bir anahtar buldu. Öyle bir anahtar ki en yabancı sandığımız kelimeler bile Türkçe oluveriyor.”[10]

M. Kemal Atatürk ve avenesinin yaptığı dil tahribatı hakkına Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya şunları söylüyor:

Türkçeyi yüzde 80 Türkçeleştirdik diye övünen kişiler aslında dili yüzde 80 fakirleştirmişlerdir. Kullanılan kelimeleri bu Arapça, bu Farsça, bu Fransızca, bu ingilizce, bu Grekçe diyerek dilde kullanılan kelimeleri atmışlar. Bin yıldan beri kullandığın kelimeler gitmiş yerine halkın bilmediği anlamadığı uydurmaları gelmiş. Sözlükler bir dilin hazinesidir. Siz hazineyi boşaltıyorsunuz.

1979 yılında Mustafayev ve Şerbinin Türkçe-Rusça Sözlük yayımladılar. Kelime kadrosu kaç biliyor musunuz: 47.300. Yani Türkiye’de yayımlanan Türkçe Sözlük 26.000 kelime, Rusya’da yayımlanan Türkçe Sözlük 47.300 kelime. (…) Gönül kelimesi için Mustafayev’de 45 örnek var. Türkçe Sözlük’te ise 3 örnek var.

Türk dili üzerinde çalışma yapan Türk araştırmacıların verilerine göre neredeyse Türkçe’nin yarısı yabancı sözcüklerden oluşmaktadır. Bu araştırmacılar arasında önemli bir isim olan Ömer Asım Aksoy’a göre Türkçenin %52.66 sı sadece köken itibariyle Türkçe kelimelerden oluşuyor.[11]

Şu anda (1996) Ingiliz sözlüğünde en az 400.000 (dörtyüzbin) kelime varken, Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı “Türkçe Sözlük”, aşağı yukarı 40.000 (kırkbin) kelime ihtiva etmektedir. Yani, Ingilizce’nin ondabiri kadar bir Türkçe… Oysa Şemseddin Sami Efendi’nin “Kamus-u Türki”sinde (Türkçe Sözlüğünde), tam 1.000.000 (evet, tam bir milyon) kelime mevcuttur. Yani, Ingilizce’nin tam ikibuçuk katı kelime.[12]

Sosyologların tesbitlerine göre, zengin bir dil, cemiyetlerin büyük kültür ve medeniyetlere ulaşmasını sağlamakla kalmamakta, güçlü bir tefekküre ve edebiyata da zemin olmaktadır.

Kelime hazinesi daraltılmış bir nesil, bırakın yepyeni bir tefekküre ve estetik dehaya ulaşmayı, kendinden önce hazırlanmış eserleri bile anlayamaz. Böyle nesiller, yabancı “ideolojiler”den kaynaklanmış ve ezberletilmiş “sloganların” esaretine kolayca giriverirler (kemalistler gibi)… Nitekim girilmiştir de.



11 Mart 1933 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan dil anketi

***

Konuyla alakalı son sözü Prof. Dr. Mehmet Kaplan söylesin istedik:

“Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük ehemmiyet vermek gerekir.

Aynı dili konuşan insanlar “millet” denilen sosyal varlığın temelini teşkil ederler. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında “duygu ve düşünce birliği” olan bir cemiyet, yani “millet” haline getirir.

Dilini bilmediğimiz bir ülkede, etrafımızda milyonlarca insan kaynaşsa da kendimizi “yalnız” hissederiz. Fert, konuştuğu dili hazır bulur. Dil, ferde cemiyetin bağışladığı en büyük miras ve donatımdır. Ana, baba, çevre, okul, çocuğa dil vasıtasıyle cemiyetin asırlar boyunca biriktirdiği hayat tecrübesini ve kültürü de aktarır.

Biz dili, kelime kelime değil, cümle cümle öğreniriz. Kelimeleri alfabe sırasına dizen sözlükler, onları canlı muhitlerinden çıkarır. Dil, konuşulan ve yazılan “cümleler” den ibarettir. Cümleler ise bir duygu ve düşünceyi ifade eder. Gerçek dil hakkında bir fikir edinmek için sözlüklere değil, konuşmaya veya yazılı metinlere bakmak lazımdır. Türkçeye binlerce yıldan beri giren yabancı kelimeleri çıkarmağa kalkanlar bu vakıayı göz önünde bulundurmadıkları için, kelimeye cümleyi, yani duygu ve düşünceyi feda etmişlerdir. Aşağıdaki deyim ve atasözlerine bakınız:

“Akıl almak”, “akıl almamak”, “akıl dağıtmak”, “akıl defteri”, “akıl dışı”, “akıl erdirememek”, “akıl hocası”, “akıl işletmek”, “akıl karı”, “akıl kesmek”, “akıl kumkuması”, “akıl öğretmek”, “akıl satmak”, “akıl sır ermez”, “akıl vermek”, “akılda bulundurmak”, “akıldan çıkmamak”, “akılla ölçmek”, “akıllara durgunluk vermek”, “akıllı düşman.”

Akıl kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama bu yirmi kadar deyimi Türkler vücuda getirmişlerdir. Türkiye’de onları bilmeyen bir Türk tasavvur edilemez.

Şimdi “akıl” kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, “Türkçedir” diye ölü “us” kelimesini diriltmeğe çalışarak, yirmiden fazla canlı deyimi yok etmek “akıl kârı” mıdır? Ve böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Türkçede, konuşma ve yazı dilinde “akıl” kelimesinin kullanıldığı kim bilir kaç bin, kaç yüz bin cümle vardır? “Us” kelimesini kabul edersek onların hepsini “us”a çevirmemiz gerekecek. Türk milleti bundan zarar mı edecek, kâr mı edecek? (…)

Yunus Emre, Aşık Paşa, Baki, Nedim, Nefi, Şeyh Galib, Türk kültürü içinde doğmuş, yaşamış, eser vermiş şahsiyetlerdir. Onlar eserlerini “Osmanlıca” denilen dil ile vücuda getirmişlerdir. Daha doğrusu eserleriyle Osmanlıca denilen zengin ve ince “kültür dili” ni cümle cümle, beyit beyit onlar yaratmışlardır.

Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, bu eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için, bu dili bilmek zorundadır. Yabancı kültürlerden istifade etmek için yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyle bunca emek ve para harcarken, kendi milli kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeği mazur göstermek bir hayli güçtür. Bunun adına gaflet, cehalet ve dalâlet derler.”[13]**********

KAYNAKLAR:

[1] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya yayınları, cild 2, sayfa 452.

[2] Ulus Gazetesi, 12 Aralık 1935.

Ayrıca bakınız; Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, cild 4, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, sayfa 651.

[3] Ayın Tarihi, 1934, No: II, sayfa 22, 23.

[4] Falih Rıfkı Atay, Atatürk ve Özleştirme, Dünya Gazetesi, 17 Temmuz 1966.

[5] Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu, Ankara Üniversitesi’nin 60. Kuruluş Yılı Armağanı: Atatürk ve Türk dili ve edebiyatı, Türk eğitimi ve Türk kültürü konusunda seçme yazılar, sayfa 34.

[6] Maydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Güneş Dil Teorisi maddesi.

[7] Maydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, Güneş Dil Teorisi maddesi.

[8] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya Yayınları, cild 2, sayfa 453.

[9] Falih Rıfkı Atay, “Hüküm Nasıl Kurtuldu?”, Dünya, 16 Mayıs 1965.

[10] Ismail Habib Sevük, Dil Davamız, Istanbul 1949, sayfa 29.

Aktaran: Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, 6. Baskı, Istanbul 2011, sayfa 340.

[11] Ö. A. Aksoy, Gelişen Özleşen Dilimiz, Türk Dil Kurumu 1975.

[12] Seyyid Ahmet Arvasi, Sahte Dindarlar Sahte Laikler, Burak Yayınevi, Istanbul 1996.

[13] Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 732, Ankara 1987, sayfa 9 ve devamı.



http://belgelerlegercektarih.com/2012/08/30/ataturkun-gunes-dil-teorisi-kalp-krizi-gecirenler-olursa-sorumluluk-kabul-etmiyorum/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder